KAFKAS KARTALI İMAM ŞEYH ŞAMİL

İmam Şamil, (1797 – Şubat 1871), Kuzey Kafkasya halklarının, Avar kökenli politik ve dini önderi. Kafkas Savaşı’nda Anti-Rus direnişin lideri ve Dağıstan’la Çeçenya’nın 3. imamı (1834-1859). Şeyh Şamil olarak da anılır.

Kendisini Kafkasya’nın özgürlüğüne adamış olan Avar liderin doğduğu Dağıstan’da, Kafkasya’da ve tüm İslam ülkelerinde hala büyük bir şöhreti vardır. Yirmi beş yıl sürdürdüğü savaş ile onu izleyenlerin benimsediği ideoloji Müridizm bugün de Kafkas halklarını derinden etkilemektedir.

Genç yaşlarda Dağıstan’ın önemli bir dini lideri olan Şeyh Cemalettin Gazi Kumuki’den ders almıştır. Nakşibendi tarikatında aldığı bu eğitim onda Rus aleyhtarlığı ve İslam birlikçi düşüncelerin gelişmesine yardımcı olmuştur. Rus Çarlığına karşı Dağıstan’da başlattığı savaşını Çeçenya’da sürdürdü. Hatta bir dönem savaş Kuzeybatı Kafkasya’da Çerkesya’sının tamamını da içine aldı. Lak kökenli müridi Muhammet Emin; başlangıçta Ruslar’a karşı önemli başarılar kazandıysa da, 1859 yılında Şamil’in silah bırakmasına rağmen Çerkesya’da mücadeleyi sürdürme kararını almasıyla, tartışmalı bir liderlik yürüttü.

1859 yılında o dönemin süper güçlerinden Rusya’ya karşı, ülkesinin gücünün tükenişini gördü. Savaşı sürdürmesinin intihardan farksız olduğunu anlayan Dağıstanlı önder, Çarlık yetkilileriyle görüşmeler yaparak, onurlu bir silah bırakma yolunu seçti. Sürgüne gittiği çeşitli Rus kentlerinde belli belirsiz ortamda fakat büyük bir bir sempati toplayarak günlerini geçirdi. Rus Çarı ile yaşamış oluğu şu diyalog meşhurdur :

“Birgün Rus Çarı esaret altındayken Şeyh Şamil’i yemek yemek için karşısına alır Şeyh Şamil’in iştahlı bir şekilde yemek yediğini görünce yanındakilere: “Korkarım bu adam bizide birazdan yer” diye söylenir. Şeyh Şamil bunu duyunca : “Korkmayın dinimizde domuz eti yemek haramdır” cevabını verir.

Şeyh Şamil davasına son derece sadık bir insandır bu uğurda çok sevdiği annesi ile arasında geçen olay tarihe geçmiştir bu olay şudur :

Savaş dönemlerinde halktan bazıları “artık teslim olalım anlaşma yapalım” diye hayıflanmaya başlamıştır, bunun üzerine Şeyh Şamil teslim olmaktan bahsedene kırbaç cezası vermeyi uygun görmüştür tabii bu durumda çekinen halk çareyi Şeyh Şamil’in annesine gitmekte bulmuştur ve annesini ikna edip çok sevdiği annesini kıramayacağını da düşünerekten konuyu bu vesile ile annesinin açmasını sağlamışlardır annesi Şeyh Şamile teslim olma teklifini sununca Şeyh Şamil koymuş olduğu kanundan ödün vermemiş aynı cezayı annesine uygulamış sonra annesi cezasını çektikten sonra onu çok üzgün bir şekilde sırtında taşımıştır ve böylece davasının ciddiyetini görenler bir daha teslim olmak barış gibi kelimeleri kullanmamışlardır.

Rusların gözünde o kadar korkulan biridir ki, Şeyh Şamil’in kılıcını Rus Çarı dahi almaya cesaret edememiştir. Şeyh Şamil, 1871 yılında Hac ziyareti için bulunduğu Arabistan’da vefat etmiş ve Medine’de Peygamberimiz Hz. Muhammed (Sav)’in eşi Ayşe’nin de defnedildiği mezarlıkta defnedilmiştir.

Şamil, Kafkas dağlarının hürriyet güneşidir,

Şamil, atalarımın özbeöz kardeşidir,

Şamil’i bilmeyenler atasını ne bilir!

 

İmam Şamil 1797 yılında Dağıstan’ın Gimri köyünde dünyaya geldi. Babası  Dengau Muhammed’dir. Şamil Kumuk kökenli bir Türk’tür. 15 yaşında iken at binerek kılıç kuşandı. 20 yaşına geldiğinde iki metreyi aşan boyu ile atlama, ateş etme, güreş, koşu, kılıç gibi spor dallarında üstün yetenek sahibi olmuştu. Öğrenimine bilgin Said Harekani’nin yanında başladı. Daha sonra kayınpederi olan Nakşibendi Şeyhi Cemaleddin Gazi Kumuki’nin öğrencisi oldu. Kendinden önce İmamet makamında bulunan Gazi Muhammed ve Hamzat Beg’in müşavirliğini yaptı. Son derece sade ve kanaatkar bir hayatı vardı. İmam Şamil, muhtelif zamanlarda beş defa evlenmiş ve bu izdivaçların bazıları dini ve siyasi sebeplerle olmuştu. Şamil’in Fatimat, Cevheret, Zahidet, Emine ve Şovanat ismindeki zevcelerinden Ahmed Cemaleddin, Muhammed Gazi, Muhammed Said, Muhammed Şefi, Cemaleddin ve Muhammed Kamil isimli altı oğlu ile Fatimat, Nafisat, Necabat, Bahu-Mesedu ve Safiyat isimli beş kızı oldu. Şamil, İmam yani devlet başkanı seçildikten sonra ilk iş olarak iç işlerini ele aldı.

Ruslara karşı daha etkili savaşmak için lüzumlu idari ve askeri teşkilatları yeni esaslara göre tanzim etti. Bir taraftan askeri tedbirler alıp düşmana karşı savunma savaşları verirken, diğer taraftan da muntazam adli ve idari sivil bir devlet mekanizması geliştirmiş, medreselerde eğitime önem verdirmiş, fikir ve sanat alanında da büyük adımlar atılmasını sağlamıştır. Döneminde tophaneler, baruthaneler, silahhaneler yapılmış, muntazam birlikler halinde askeri teşkilat kurulmuştur.

Güçlü hitabeti, kararlı tutumu ve askeri dehasıyla büyük başarılar kazanmış, ünü kısa zamanda yayılarak, otoritesi Dağıstan civarında yaşayan geniş topluluklar tarafından kabul edilmiştir. İmam Şamil, idare sistemini yeniden düzenlerken, ülkeyi naiplik ve vilayetlere ayırarak bunların başına hem askeri hem de sivil yetkilerle donatılmış naipleri getirdi. Üç veya dört naiplik bir vilayet idi. Vilayetlerin başındaki naibin rütbesi daha yüksekti. Ayrıca, her biri birer savaş kahramanı olan bu yüksek rütbeli naiplerden Ahverdil Muhammed, (2)   Kabet Muhammed, Şuayıb Molla, Taşof Hacı, Danyal Sultan, Nur Muhammed, Hitinav Musa, Sadullah, Duba Hacı, Hacı Murat ve Şamil’in büyük oğlu Muhammed Gazi, gazavat’ın adı anılması gereken başlıca kahramanları oldular. Şamil imam seçildiği 1834 yılından 1859 yılına kadar Rusya’nın büyüklüğü ve kudretine rağmen yılmadan mücadeleyi sürdürdü. Kendinden önceki iki imamın döneminde de fiilen 10 yıl savaşlara iştirak ettiğinden durup dinlenmeden cihad ettiği süre tam 35 yılı bulmuştur. Bu süre zarfında Rus kuvvetlerine büyük zayiatlar vermiş ancak kısıtlı sayıdaki asker sayısı da günden güne erimiştir. 1839’da Ahulgo Tepesinde 3.000 mürid ile General Grabbe komutasındaki 10.000’i aşkın üstün donanımlı Rus ordusunun kuşatmasına 80 gün süreyle direnişi harp tarihine geçmiştir. Şamil bu savaşta eşi Cevheret’i, oğlu Said’i ve kızkardeşi Mesedo’yu kaybetmiş, 8 yaşındaki oğlu Cemaleddin’i Ruslara rehin vermek zorunda kalmıştır.

Bu dehşet verici savaşlarda sadece insan kaybı olmadı. Ruslar, ancak aylar süren savaşlar sonunda işgal edebildikleri bölgelerde, ağaçları, ormanları yakıp, bir tek canlı yaratık bırakmadan ilerlerdiler. Savaşlara iştirak eden Rus komutanlarından Milyutin, 80 gün devam eden Ahulgo savaşı hakkında hatıratında şu satırlara yer verir; “Artık muharebenin sevk ve idaresi kumandanların elinden büsbütün çıkmıştı. Hiddetlerinden köpürmüş, adeta çıldırmış bir hale gelen dağlılar, ulu orta askerlerimizin üzerine saldırıyor, süngü ucunda can verinceye kadar dövüşüyorlardı. Kadınlar bile kendilerini kudurmuş gibi müdafaa ettiler ve silahsız oldukları halde sıra sıra süngülerimizin üzerine atıldılar. Lakin muvaffakiyet için her türlü fedakarlığı göze almış olan Rus kumandanlığı inatla taarruzlara devam etti. Teslim olmayı katiyyen reddeden dağlılar, hiçbir ümitleri kalmadığı halde kahramanca dövüştüler. Kadınlar, çocuklar ellerindeki kamalarla Ruslara hücum ediyor, süngülerin önünde göz kırpmadan can veriyorlardı. Bazıları ise kendilerini ve çocuklarını korkunç uçurumlara atıyorlardı. Yaralılar bile inanılmaz şekilde dövüşüyordu.” Dost ülkelerden hiçbir yardım göremeyen İmam Şamil’in, nihayet elindeki bütün kuvvet kaynakları tükenir ve 1859’un 6 Eylül’ünde Gunip’te Prens Baryatinsky komutasındaki 70.000 kişilik Rus ordusuna, yanında birkaç yüz kişi kalıncaya kadar direndikten sonra teslim olur.

İmam Şamil, aile efradı ve 40 kadar adamı Petersburg’a Çar’ın sarayına götürülür. Rus Çarı II.Aleksandr tarafından sarayın kapısında hayrete düşülecek derecede nazik karşılanır. Çar, babası 1.Nikola’ya ve ihtişamlı ordularına tam otuzbeş yıl Kafkasya’yı zindan eden, zamanının bu en büyük kahramanını karşısında görür görmez, yüzünden ve sakalından hayranlıkla öpmekten kendini alıkoyamaz. İmam Şamil bir ay kadar sarayda misafir edildikten sonra, saygın tutsak olarak esaret yıllarını geçireceği Kaluga’ya gönderilir. Ancak Şamil ve ailesine esaret çok ağır gelir. İki yıl içinde Şamil’in simsiyah saçları beyazlar. Büyük kızı Nafisat ile gelini Muhammed Gazi’nin karısı Kerimet üzüntüden vereme yakalanarak ölürler. Aradan ancak on yıl geçtikten sonra Çar, onun Hac’ca gitmesine izin verir. Ancak bir tedbir olarak oğlu Muhammed Şefi’yi alıkoyar ve Hacc’ı ifa ettikten sonra derhal Rusya’ya dönmesini şart koşar. Şamil, 1870 yılında maiyetindeki adamları ile birlikte Rusya’dan ayrılarak önce İstanbul’a uğrar.

Sultan Abdülaziz tarafından karşılanarak sarayda ağırlanır. Şamil’in İstanbul’a uğradığı haberi duyulduğunda şehirde yer yerinden oynamış, halk bu büyük kahramanı görebilmek için saray kapılarına akın etmişti. Şamil, aşkına düştüğü son menzile bir an evvel varmak için Sultan’ın kendisine tahsis ettiği gemi ile yola koyulur. Cidde limanında Mekke Emiri, şehrin ileri gelenleri ve mahşeri bir kalabalık tarafından törenlerle karşılanarak Mekke’de Şürefa dairesinde misafir edilir. Hac sırasında orada bulunduğunu duyan, dünyanın dört bir yanından gelmiş yaklaşık yüzbin müslümanın onu görmek için yarattığı izdiham sonucu, hükümet makamları İmam Şamil’i Kabe’nin üstüne çıkarmak suretiyle bu hayran kalabalığın arzusunu tatmin edebildi. Şamil, hac farizasını yerine getirdikten sonra Medine’ye geçer. Medine günlerinde son derece takatten düşer, çektiği büyük ızdırap artık tahammül edilmez bir hal alır ve hastalanarak yatağa düşer. Bütün hayatını ülkesinin milli bağımsızlığına adayan, askeri dehasını bütün dünyaya ve bizzat ebedi düşmanı Rus yüksek makamlarına dahi kabul ettiren, adını dünya tarihine “gelmiş geçmiş en büyük gerilla lideri” olarak yazdıran İmam Şamil 4 Şubat 1871’de 74 yaşında iken hayata gözlerini yumar.

 

Bir yabancının gözüyle İmam Şamil

 

MARTIN BRAND

(Almanca aslından çeviren Mustafa Naç*)

1832 yılında Ruslar Gimri’ye saldırdılar. Bu saldırıda Gazi Molla şehid düştü. Zaten koskoca aulda iki kişiden

başka hiç kimse bu saldırıdan kurtulamadı. Bu iki erkekten birisi, aynı zamanda Gazi Molla’nın da yardımcısı ve ikisene sonra imam o olacak olan Şamil adında genç bir adamdı.

Bir Rus subayı, bu saldırıyı şöyle anlatıyor:

“Gece karanlıktı. Yanan bir çatının aydınlığında Şamil, bir evin girişinde bize göre yüksek bir yerde öylece duruyordu. Bir devi andıran vücuduyla bu adam öyle sakin bir şekilde duruyordu ki, sanki iyice nişan alabilmemizi bekliyordu. Aniden yırtıcı bir hayvan gibi sıra halinde durup kendisine ateş edenlerin üzerine atladı ve sol eliyle kılıcını çekip üç askerimizi birden yere serdi. Fakat dördüncü askerimiz, kılıcını Şamil’in göğsünün ta derinliklerine batırdı. O an Şamil’in yüzü hiçbir duygu göstermiyordu. Göğsünden kılıcı çıkartıp bunu yapan askeri de yere serdi. Sonra bir insanın asla beceremeyeceği bir sıçrayışla gecenin içine kayboldu.Hepimiz çok şaşırmıştık.”

Ruslar bu kaçışa pek bir ehemmiyet vermemişlerdi ve Gimri’nin alınmasıyla Kafkasya’yı fethettiklerini düşünüyorlardı. Çeçenlerde ise bu kaçış büyük bir etki yaptı ve böylece “Şamil Efsanesi”nin ilk taşı konmuş oldu.

Şamil, kendisinden önce hiçbir kimsenin yapamadığı bir şey yapmıştı: Çeçen ve Dağıstan halklarını birleştirerek bir imamlık kurup, bir despot gibi hüküm sürdü.

Özellikle Kafkas dağlarının korumasından pek faydalanamayan bazı halklar ona tabi olmakta tereddüt ediyorlardı. Bu kabilelere karşı her türlü imkanlarla mücadele etti.

F. Nansen’in kitabından uzunca bir alıntı bu konu hakkında daha iyi fikir veriyor:

“Şamil’in karakteri, tarzı ve insanlara karşı tavırları şu olayda kendini net bir şekilde gösteriyor:

Şamil, Dağıstan’daki savaşlar esnasında Çeçenistan’ı fazla koruyamamıştı. Dağlarda ve düzlüklerde yaşayan Çeçenler Rus baskınlardan her zamankinden daha fazla zarar görüyorlardı.

Bu çaresizlik içinde Şamil’in Dargo’daki karargahına dört elçi göndermişlerdi.

İstekleri ise, ya onları daha iyi koruması, yada Ruslarla barış antlaşması için izin vermesi idi. Fakat bu dört elçi bu teklifi fanatik imamın kendisine söylemeye cesaret edemiyorlardı, çünkü bu hareket, hayatlarına mal olabilirdi. 

Şamil’in annesine gidip ondan isteklerini Şamil’e bildirmesini istediler. Şamil, annesine karşı çok şefkatli idi ve onu çok seviyordu. Fakat bu sevgi bile onun bu konudaki sertliğinden bir şey eksiltmedi. Gelen elçilerin

öldürülmesi, yada gözlerinin oyulması, yada ellerinin veya başka bir uzuvlarının kesilmesi – ki bu tür cezaları daha önce vermişti – gibi kötü sonuçlar getirebileceğini düşünüyordu. Halkına, Çeçenlerin bu isteklerini bildirdi. Ve Peygamber, emrini bizzat kendisine bildireceği vakte kadar oruç ve ibadet ederek inzivaya çekileceğini duyurdu.

Ve mescide girip arkasından kapıyı kapattı. Şeyhin müridleri ise zikirlerini mescidin önünde yapıp, ibadetlerini şeyhin ibadetleriyle birleştiriyorlardı. Üç gün üç gece boyunca kapılar açılmadı. Dışarıdakiler oruç ve zikirden bitap düşmüşlerdi ve büyük bir heyecanla şeyhin çıkmasını bekliyorlardı. Nihayet kapı açıldı ve Şeyh gözüktü.

Yüzü bembeyaz olmuştu ve gözleri kan çanağına dönüşmüştü. İki mollayla beraber mescidin dopps çıktı ve annesini yanına getirmelerini emretti.

“Çardra” denilen beyaz örtüsüne bürünmüş bir vaziyette mollalar annesini getirdiler.

Ağır adımlarla şeyhin yanına vardı. Şamil ona hiçbir şey söylemeden dakikalarca baktı. Sonra gözlerini göğe çevirip her taraftan duyulan bir sesle:

“Ey büyük Peygamber! Senin emirlerin kutsaldır. Senin adil kararın herkese bir uyarı olsun.”

Sonra halka dönüp:

“Sözünden dönen Çeçenler, Ruslara boyun eğsinler. Onlara utanç olarak elçi göndermiş olmaları yeter.

Bana söylemekten korktular ve güçsüz annemi alet ettiler. Ve görün işte! Sizin ibadetlerinizle birlikte üç gün boyunca bende ibadet ettim ve oruç tuttum. Ve benim bu münasebetsiz soruma olan cevap bizzat Peygamber tarafından geldi ve beni bir yıldırım gibi çarptı: Çünkü Allah’ın isteğidir ki, bana Çeçenlerin isteğini ilk açıklayan kişi, 100 kırbaç cezasına çarptırılacaktır. Ve bunu bana ilk söyleyen – annemdi!” Şamil’in işaretiyle zavallı yaşlı kadının üzerinden çardrasını yırttılar ve kırbaçla ona vurmaya başladılar. Korku ve hayranlık dolu bir uğultu koptu halk arasında. Beşinci darbeden sonra kadıncağız bayıldı. Şamil bile acıdan kendinden geçmiş bir vaziyette annesinin ayaklarına düştü. Bu sahne çok etkileyici idi ve bunu görenler ağlayarak annesi için af diliyorlardı. Birkaç saniye sonra Şamil ayağı kalktı. Yüzünde biraz önceki duygusallıktan eser kalmamıştı. Bir defa daha gözlerini semaya çevirip kabir ciddiyetiyle şöyle dedi:

La İlahe İllallah, Muhammedurrasulullah!

Ey Cennet Ehli! Benim yalvarmalarım duyuldu ve bu cezanın geri kalan kısmını çekme isteğim kabul edildi. Ben bu kabulü büyük bir neşeyle karşılıyorum ve bunu, bana verilmiş en büyük bir hediye olarak kabul ediyorum! Allah’a sonsuz hamd olsun ki, imtihanı başarıyla kazandım.”

Gülümseyen dudaklarla üzerindeki kızıl cübbesini çıkarıp sırtını açtı ve iki müridine ağır Nogay kırbaçlarını verdi ve şöyle buyurdu: “Peygamberin emrinde gevşek davranıp hafif vuranı bizzat kendi ellerimle öldüreceğim!”

Hiçbir tepki vermeden 95 kırbaç darbesini karşıladı ve yine hiç bir şey olmamış gibi cübbesini giyip, şok olmuş kalabalığa dönerek: “Annemin acı çekmesine sebep olan o lanetli köpekler neredeler?” Zavallılar elçiler, sürüklene sürüklene getirilip ayaklarına serildiler. Başlarına gelecekler, yani İmam’ın onları öldüreceğinden hiç kimsenin şüphesi kalmamıştı artık. Fakat beklenilenin aksine, Şeyh onları kaldırıp: “Artık yurtlarınıza dönün ve oradakilere cevap olarak burada şahit olduklarınızı anlatın.” dedi.

Bu olayda karşımıza çıkan, sadece iyi bir oyuncu olan Şamil değil, o aynı zamanda kitleleri harekete geçirebilen bir karakterdi. Bu mükemmel derecede tasarlanmış oyun, hemen inanan dağlı haklar arasında derin bir etki uyandırması gerekiyordu.

(Nansen, bu çok şahitli olayı tasarlanmış bir tezgah olduğunu düşünüyor. Çevirmenin notu).”

Nansen’in kitabından alıntı burada bitiyor. Şamil, iktidarının en yüksek olduğu 1849 yılında 20,000 askeri vardı.

Onun karşısındaki Rus asker sayısı ise 280,000 idi. Bu orantısızlığa rağmen Şamil, Rus ordusu karşısında çok parlak zaferle kazanmıştı ve Rus askerlerinden on binlercesini öldürmüştü. Kısa bir zaman için Vladikafkas ve Gürcistan’ın başkenti Tiflis şehirleri arasındaki Ruslar için çok önemli bağlantı yolunu da ele geçirmişti.

Hatta Tiflis’e şaşırtma bir saldırı bile yapabilmişti. Rusya’nın Kafkasya’da nasıl bir direnişle karşılaştığını şu gerçek daha iyi gösteriyor: Rusya bazen bütün bütçesinin altıda birini sadece bu savaş için harcıyordu.

Paris barışı, aynı vakitlerde devam eden ve bir çok Rus ordusunu da bağlayan Kırım savaşını bitirmişti.

Yine aynı vakitte, yani 1856 yılında Prens Baryatinski, Kafkaya’daki ordularının başına geçmişti.

Prens Baryatinski, Çeçenler’e karşı dağlarda hiçbir şansı olmadığını biliyordu ve böylece onlarla açık arazilerde savaşabilmek için dev kayın ormanlarını yok etmek amacıyla 100,000 kişilik bir ordu hazırladı.

1859 yılında Şamil, Gunib Aulu’nda kıstırılmış ve teslim olmaya zorlanmıştı. Ailesiyle birlikte kuzeye götürüldü ve Moskova’da Çar 2. Aleksander tarafından büyük bir hayranlıkla ve iltifatlarla karşılandı. Bir yemek esnasında Şamil’i seyreden Çar, herkesin duyabileceği bir sesle:”Korkarım İmam bu gidişle bizi de yiyecek!” dedi.

Şamil pek oralı olmadan şöyle cevap verdi: “Hiç korkmayın, sizi yemeyeceğim, çünkü dinimizde domuz eti yemek yasaktır.”

Şamil oradan Moskova’nın güney batısına, Kaluga’ya götürüldü. Orda Rus devletinin himayesi altında üç hanımı ve çocuklarıyla birlikte kalmaya başladı. Rus izniyle 1870 yılında Mekke’ye göç etti. 1874 yılında, o çok sevdiği Peygamberini ziyareti esnasında Medine’de vefat etti. Kabri, Cennet-ül Baki denilen Medine’deki mezarlıktadır.

Mustafa Naç: Kafkas Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi

İMAM ŞAMİL’İN HAYAT HİKAYESİ

 

Bir başka anlatım 

Rusların, Kafkasya’da ortadan kaldırmak istediği İslâmiyeti, tekrar ihyâ etmek, yaymak için uğraşan, Kafkas-Rus mücâdelesinin en unutulmaz simâsı ve düzenli Rus ordularını dize getiren büyük mücâhid , Kafkas kahramânı, âlim ve velîdir . 1797 (H.1212) senesinde Dağıstan’ın Gimri köyünde doğdu. Babası Muhammed, ona Ali ismini verdi. Küçük yaşta ağır bir hastalığa yakalanan Ali’ye, âdetlerine uyarak, Şâmil ismini de verdiler ve o isimle çağırmaya başladılar.

Küçük yaşından îtibâren ilim tahsîl edip âlim olması için, zamanın ulemâsından okudu. Şâmil, otuz yaşına kadar; tefsîr, hadîs, fıkıh ilimlerini, edebiyât, târih ve fen bilgilerini öğrenerek, büyük bir âlim, gönül sâhibi bir velî oldu. Rusların, Kafkasya’daki müslüman Türkleri esâret altına almak, kalblerindeki îmânı söküp atmak ve İslâmiyeti yok etmek için maddî ve mânevî bütün güçleri ile uğraştığını görünce, gönlündeki îmânın tezâhürü olarak cihâd aşkıyla ortaya atıldı. Kafkasya’da yaşayan Türkler, onu başlarına imâm, rehber seçtiler. İmâm Şâmil, daha önce Rusların esâretini kabûl etmiş kabîleleri de saflarına katarak, düzenli küçük bir ordu kurdu. Bu küçük ordusuyla yirmi beş sene, İslâmiyeti yok etmek, müslümanları ortadan kaldırmak isteyen Ruslara kan kusturdu. Nice generallerini harp meydanlarında öldürüp, nicelerini de çarlarına karşı küçük düşürdü, onları âciz bıraktı. Eşsiz bir mücâdele ile hayâtını geçiren Şeyh Şâmil, 1870 (H.1287) senesinde Medîne-i münevverede vefât etti.

Zâhirî ilimleri Saîd Herekânî’den,  tasavvuf  ilimlerini ise aynı zamanda kayınbabası ve mürşidi   olan  Seyyid Cemâleddîn Gazikumûkî hazretlerinden öğrendi.

Şeyh Şâmil,  daha gençlik yıllarında  Şeyh Mansûr ile başlatılan hürriyet mücâdelesindeki yerini aldı. Mansûr’dan sonra, Gâzi Muhammed, Kafkaslıların başına geçerek imâm oldu. O da gönül sâhibi bir velî idi. Şeyh Şâmil’in çocukluk arkadaşı olan Gâzi Muhammed, Ruslarla yaptığı Gimri muhârebesinde şehîd olmadan önce; “Kardeşim Şâmil! Bu savaşta şehîd olsam gerektir. Benden sonra Hamzat imâm olacak. Onun kısa süren imâmlığından sonra sen başa geçecek, senelerce Kafkasya’ya hükmedeceksin. Nâmın cihânı tutacak. Çar ordularını perişân edeceksin. Bu savaştan sonra Gimri’den gitsen bile yine kurtarıp, mezârımı düşman çizmeleri altında bırakmazsın inşâallah” demişti. Çarpışmanın şiddetlendiği bir an, Gâzi Muhammed şehîd düştü. Bu hâle çok üzülen Şeyh Şâmil, büyük bir hızla düşmana saldırdı. Birçok düşman öldürdü. Bu arada ağır yaralandı. Şeyh Şâmil’in yaralandığını gören GimriCâmiinin müezzini Mehmed Ali, onu tâkib ederek, savaş alanı dışındaki bir mağaraya sakladı. Şeyh Şâmil pekçok yerinden yaralanmış, kaburga kemiklerinden bazıları ve köprücük kemiği de kırılmıştı. Asıl yara, göğsünde ve sırtında olup, her tarafını kan kaplamıştı.

Müezzin, oraya iki saat mesâfede bir köyde oturan Dağıstan’ın meşhûr cerrâhı, aynı zamanda Şeyh Şâmil’in kayınpederi olan Abdülazîz Efendiye durumu bildirdi. Abdülazîz, şifâlı otlarla yaptığı ilâçları Şeyh Şâmil’e tatbik ederek tedâviye başladı. Birkaç gün mağarada, daha sonra Unsokul köyünde tedâvi edilen Şeyh Şâmil, yirmi beş gün baygın yattı. Kendine geldiğinde annesini baş ucunda görünce, güçlükle; “Anacığım! Namazımın vakti geçti mi?” diye sordu. Namazlarını îmâ ile kılarak, aylarca yatakta yatan Şeyh Şâmil sıhhate kavuştu.

1832 (H.1248) senesi şehîd düşen Gâzi Muhammed’in yerine, Hamzat Bey imâmlığa seçildi. Üç sene kadar faâliyet gösteren Hamzat Bey, 1835 (H.1251) senesinde Hunzah Câmiinde bir Cumâ günü şehîd edildi. Onun şehâdetinden sonra imâmlık, yâni liderlik vazifesi Şeyh Şâmil’e teklif edildi. Şeyh Şâmil, tevâzu göstererek daha ehliyetli birinin seçilmesini istedi. Hattâ namzetler de gösterdi. Gohlok’ta toplanan âlimler ve milletin ileri gelen temsilcileri, her türlü yetkiye hâiz olarak, Şeyh Şâmil’e imâmlığı kabûl ettirdiler.

Rusları dize getirmenin ancak düzenli bir orduyla mümkün olacağını, teşkilâtlanılırsa çar ordularıyla baş edebilecek durumda olduklarını, dışardan hiçbir yardımın gelmeyeceğini, bu sebeple iş başa düştüğünü her gittiği yerde îzâh ediyordu. Tesirli hitâbetiyle halkı cezbediyor, müslüman olarak yaşamak aşkıyla yanan bu insanların kalblerine birer kıvılcım salıyordu. Bu uğurda şehîd olmanın mükâfâtının Cennet olduğunu bildiriyor, dînin emirlerine uymanın, yasaklarından kaçınmanın ancak hürriyet ile mümkün olabileceğini herkesin kalbine nakşediyordu. Şeyh Şâmil, kısa zamanda kısmen de olsa nizamlı bir ordu ve mülkî teşkilâtı kurmaya muvaffak oldu. Tecrübeli ve değerli yardımcıları, vekîlleri, ordunun ve mülkî idârenin başına getirdi. Bu nâiblerin en meşhûrları şunlardı: Şuayb Molla, Taşof Hacı, Duba, Hâcı Sadu, Ahverdili Muhammed, Kabet Muhammed, Hitinav Mûsâ, Nûr Muhammed, Muhammed Emîn, Hâcı Murâd. Yararlık gösterenlere altın ve gümüşten yapılmış nişanlar veriyor ve bu nişanlara; “Sonunu düşünen hiçbir zaman cesur olamaz.”, “Kuvvet ve yardım ancak Allahü teâlâdandır.”, “Cesûr ve yüksek rûhlu olana…” şeklinde cümleler yazdırıyordu. Şeyh Şâmil’in seçtiği bu nâibler, memleketin olduğu kadar, askerî birliklerin de sevk ve idâresinde üstâd idiler.

Çar Birinci Nikola, yıllardırKafkasya’da yapılan savaşlarda başarılı olamadığını ve Şeyh Şâmil’in düzenli ordu kurarak hücumlarını sıklaştırdığını görünce, bu memleketi bir de sulh yoluyla elde etmeyi denemek istedi. Şâyet Şeyh Şâmil’i elde edebilirse, bu işin çabucak biteceğine inanıyordu. Kafkasya’daki müslümanları bir bayrak altında toplama sevdâsından vazgeçerse, kendisine en büyük makamların, rütbelerin verileceğini, başına krallık tâcı giydirileceğini, Çarlık hazînelerinin ayakları altına serileceğini bildiren göz kamaştırıcı şeytânî bir teklif hazırlatıp, en güvendiği generallerinden Viyanalı Kluk Von Klugenav’a verdi ve Şâmil’i sarayına dâvet etti. General, Şeyh Şamil’in huzûruna çıkmak için aracılar koydu. Güçlükle Şeyh Şâmil ile görüşmeye muvaffak oldu. 1837 senesinde Çar’ın gönderdiği elçiyi, maiyetiyle berâber, SulakNehri civârında kabûl etti. İmâm, Generale yere serdiği Kafkas yaygısında yer gösterdiği zaman, bir bacağı bir müslüman güllesiyle sakat kalan topal General, Şeyh Şâmil’i büyük bir tâzimle selâmladı ve istemeyerek bu yamalı yaygıya oturdu. Çar’ın sonsuz vâd ve pek parlak teklifleriyle dolu mektubunu okuyan General susar susmaz, İmâm hızla ayağa kalkarak; “Namazım geçiyor.” diye heybetle geri çekildi. Namazını kıldıktan sonra gelen Şeyh Şâmil, sapsarı kesilen Generale kesin cevâbını şöyle bildirdi: “General! O Nikola’ya git ve de ki: Senin yerinde şu anda kendisi olsa ve bu alçakca teklifleri bana bizzat yapmak cesâretinde bulunsaydı, ona ilk ve son cevâbı şu kırbacım verirdi.” İyice hiddetlenen Şeyh Şâmil şöyle devâm etti: “Ona söyle! Kahraman tebeamın kalblerinde kök salan bu eşsiz zafer inancını kökünden kazımadıkça, bu mübârek vatan topraklarını en son kaya parçasına kadar karış karış müdâfaa etmekten bizi men edemeyeceksiniz. Dînim ve vatanım uğrunda, bütün çocuklarımı ve âilemi kılıçtan geçirseniz, zürriyetimi kurutsanız, en son tebeamı öldürseniz, tek başıma son nefesimi verinceye kadar sizinle savaş edeceğim. Nikola’yı tanımıyorum. Son cevâbım budur.” Daha sonra ayağa kalktı. Hiçbir şey söylemeye cesâret edemeyen General, huzurdan ayrılıp, Çar’ına durumu bildirdi. Çar, hazır bu yol açılmışken, ikinci bir teşebbüs olmak üzere Kafkas orduları başkumandanı General Feze’yi, İmâm Şâmil’e tekrar gönderdi. Onun da aldığı târihî cevap şudur:

“Ben, Kafkas müslümanlarının hürriyete kavuşmaları için silaha sarılan gâzilerin en aşağısı Şâmil! Allahü teâlânın himâyesini, Çar’ın efendiliğine fedâ etmemeye yemin eden, özü sözü doğru bir müslümanım. Daha önce Çar Birinci Nikola’yı tanımadığımı, emirlerinin bu dağlarda geçersiz olduğunu General Klugenav’a anlayacağı şekilde tekrar tekrar söylemiştim. Bu sözleri sanki taşa söylemişim gibi, Çar, hâlâ görüşmek için beni Tiflis’e dâvet ediyor. Bu dâvete icâbet etmeyeceğimi bu mektubumla son defâ size bildiriyorum. Bu yüzen fânî vücûdumun parça parça kıyılacağını ve sırtımı verdiğim şu vatan topraklarında taş üstünde taş bırakılmayacağını bilsem, bu kesin karârımı hiçbir zaman değiştirmeyeceğim. Cevâbım bundan ibârettir. Nikola’ya ve onun kölelerine böylece mâlûm ola!”

Şeyh Şâmil, teşkilâtlandırdığı yiğitleri hem din bilgilerinde yetiştirir, hem de askerî eğitimden geçirirdi. Köylerde bulunan bütün çocukların Kur’ân-ı kerîm okumasını sağlar, büyüklerin; tefsîr, hadîs, fıkıh gibi dînî ilimlerin yanısıra, zamânın fen bilgilerinde de yetişmesi için uğraşırdı. Din bilgisi olmayan câhillerin Ruslara aldanacağını, vatanını koruyamayacağını, böylece hem dünyâda esâret altında kalacağını, hem de âhirette acı azâblara dûçâr olacağını buyururdu. Bu sebeple, emri altındaki her köy, kasaba ve şehirde medreseler açtırır, hem din, hem de fen ilimlerinin okutulması için uğraşırdı. Kendisi bizzat bu derslere katılır, talebelerine ders verirdi. Başarılı talebelerine mükâfâtlar dağıtırdı. Medresede okutulan dersler yanında, silâh kullanmak, kılıç çekmek, ok atmak, ata binmek gibi konularda eğitimler yaptırır, savaş ânında herbiri birer komutan olacak şekilde yetiştirirdi. Bundan dolayı Şeyh Şâmil, hem milletinin, askerinin devlet reîsi, kumandanı, hem de hocası, imâmı idi. Bu sebeple Kafkasyalı müslümanlar, onu canları gibi çok severler, her emrine şartsız itâat ederlerdi. Vatanlarını Ruslara karşı müdâfaa etmek ve bu uğurda şehîd olup Allahü teâlânın rızâsını kazanmak, her Kafkasyalı müminin yegâne arzusu idi. Çocuklarını, Allahü teâlânın dostlarını sevecek, düşmanlarından da nefret edecek şekilde yetiştirirlerdi. Onlar için Rusları sevmek, onlara boyun eğip emirlerine girmek kadar tehlikeli bir şey olamazdı. Her çocuğa, İmâm Şâmil’in ve diğer âlimlerin muhabbeti, Ruslara olan düşmanlık anlatılırdı. “Hubb-i fillah ve buğd-ı fillah”ın (Allahü teâlânın dostlarını sevmek, düşmanlarından nefret etmek), îmânın asıl sebebi, şartı olduğu, bu olmadıkça hiçbir ibadetin cenâb-ı Hakk’ın katında makbûl olmadığı öğretilirdi.

Rus kuvvetleri hep hezimete uğradı. Yenileri birbirini takib etti. Çar Birinci Nikola, bu hezîmetlerden sonra, bütün Kafkasya’yı fethetmek, Şeyh Şâmil’i ele geçirip bütün müslümanlara kötü günler yaşatmak maksadıyla, ordularının en seçkin generallerini bu işde vazifelendirdi. Napolyon’u mağlub eden bu meşhûr generaller; Fraytag, Svarts, Klugenav, Argutinski idi. Kalelere bıraktıkları ihtiyat kuvvetleriyle birlikte elli bini bulan bu seçme ordu, dört koldan harekete geçti. Netice yine Rus ordularının hezimeti ve bir avuç müslümanın zaferi idi.

Şeyh Şâmil’in, bu kadar kısa sürede, harp târihinde ender rastlanan bir zaferi kazanması ile, Avaristan baştanbaşa düşman çizmelerinden temizlendi. Rusların yirmi beş müstahkem mevkii zapt ve tahrîb edildi. İki binden ziyâde Rus askeri esir alınıp, binlercesi öldürüldü. En mühimi, yenilmez sanılanRus ordularını çok az bir müslüman Türk’ün îmân gücü ile nasıl perişân ettiğine Rus Çarı dahî hayretle şâhid oldu. Rus kaynakları 1843 senesinde yapılan bu harplerin netîcesi hakkında şöyle demektedir:

“Şâmil, Avaristan’da taş üstünde taş bırakmadı. Unsokul, Balakan, Moksok, Ahalçi, Tsanah, Hassat, Gergebil, Burunduk, Hunzah, Nizovaye, Ziran, Gimri gibi en önemli üslerimizi, mevzilerimizi kâmilen ele geçirip temelinden tahrib etti. Rusya’ya çok pahalıya mal olan bu Avaristan muhârebelerinde yaptığımız müthiş masrafları, verdiğimiz korkunç insan ve malzeme zâyiatını hesab edecek olursak, bu savaşın Kafkasya’da yaptıklarımızın en kanlı ve zararlısı olduğu meydana çıkar.”

Bu savaşlar netîcesinde Kafkasya’da yaşayan müslüman Türklerin mâneviyâtı yükseldi. Ruslara karşı müthiş bir direniş başladı. Şeyh Şâmil’e karşı olan güvenleri çoğaldı. Canla başla ona yardıma karar verdiler. Bu savaş, Çar Birinci Nikola’nın gururunu kırdığı gibi, plânlarını da alt üst etti. Napolyon’a karşı gâlip gelen meşhûr Rus generalleri, iki kolorduya yakın büyük bir kuvvet ile Avaristan’a saldırdıkları hâlde, Şeyh Şâmil’in bir avuç ordusu karşısında tutunamamışlar, felce uğramışlardı.

Çar Nikola, bu hezîmetten sonra da, Şeyh Şâmil’in karşısına General Vorontsof’u çıkardı. Onu Kafkas Orduları Başkumandanlığına getirerek; “Bütün ordularım bu uğurda fedâ olsun. Hazînelerimin bütün kapıları Kafkasya için ardına kadar açıktır. İstediğin her şeyi bol bol alabilirsin. Bunun karşılığında sizden Şeyh Şâmil’i ölü veya diri olarak ele geçirmenizi ve Dargo denilen yuvasını kasıp kavurarak çiğnemenizi istiyorum” dedi. General Vorontsof, Kafkasya’yı bir uçtan bir uca fethetmek için altmış bin kişilik bir kuvvetle harekete geçti. Şeyh Şâmil’in yok denecek kadar az bir askeri karşısında perişân olup şaşkına döndü. Bir buçuk ay içinde elindeki bütün cephânelerini, güllelerini İmâm Şâmil’in yaptırdığı sahte istihkamlara, boş siperlere günlerce atarak bitirdi. Hakîkî muhârebelere daha girişemeden cephânesiz kaldı. Geriden gelen mühimmat ve askerin yiyeceğini, erzakları Şeyh Şâmil’in yaptığı baskınla kaybetti. Şeyh Şâmil’in iki ay süren çok mahâretli ve kanlı yıpratma muhârebeleri karşısında mevcûdunun büyük bir kısmını ve üç generalini kaybetti.

 

 Şeyh Şâmil, yeni bir gazâ için hazırlanmaya başladı. Ordusuna, Rusların müslümanlara yaptıkları katliamları, ettikleri işkenceleri ve zulümleri anlatıyordu. Dînini yayabilmek için, vatanlarını korumanın en büyük ibâdetlerden olduğunu, bu uğurda şehîd olmanın öneminden ve Cennet’teki yüksek derecesini haber veriyordu. Peygamber efendimizden ve Eshâb-ı kirâmdan misâller getiriyor, onların hiç rahat yüzü görmediklerini, hayatlarının sonuna kadar İslâmı yaymak için diyar diyar dolaştıklarını, çok az bir kuvvetle pek büyük düşman sürülerine gâlip geldiklerini anlatıyordu. Halk heyecanla dinliyor, o anlattıkça Allahü teâlânın düşmanı olan Ruslara karşı nefretleri artıyordu. Ruslar harp meydanlarında devamlı yenilince ova köylerinde mezalime başladılar. Bu köylerden gelen iki kişi halkın çâresiz hâline Rusların kadın çocuk demeden yaptıkları mezâlimi Şeyh Şâmil’in annesine anlattılar. Annesi, Şeyh Şâmil’i yanına çağırdı. Annesinin en küçük arzusunu kendisine büyük bir emir telakkî eden muhterem İmâm, annesinin yanına gitti. Biraz önce dinlediği vahşetten gözleri yaşla dolan heybetli ana, oğluna; “Evlâdım! Uzak Çeçen köylerinde Rusların yaptığı anlatılmaz işkenceleri ve öldürülen yiğitlerin haberini öğrendim. Kendilerini müdâfaa edemeyen bu köylüleri boş yere kırdırmasan ve Ruslarla belirli bir müddet için mütâreke yapsan olmaz mı?” deyiverdi. Bu sözleri anasından işiten kahraman İmâm, beyninden vurulmuşa döndü. Şeyh Şâmil, bir tarafta vatanın selâmeti ve bu uğurda Ruslarla kanının son damlasına kadar mücâdeleye karar vermiş insanlar, bir tarafta da incitilmesi büyük günahlardan olan ana gibi iki müthiş ateş arasında kaldı. Senelerdir, İslâm düşmanı olan Ruslarla mücâdele etmişti. Hattâ vücûdunda yara almadık yeri kalmamış gibiydi. Bu uğurda; eşi, hemşiresi, oğlu, amcası ve binlerce müslüman Türk şehîd olmamış mıydı? Bu sebeple düşmanla anlaşmaya kalkanlar için kânunlar konulmuş, onlara şiddetli cezâlar verileceği bildirilmişti. Şeyh Şâmil’in bu istek karşısında bir anda sararıp gül gibi solduğunu gören ana, oğlunun kalbine fecî bir hançer sapladığını anlayarak yaptığına pişmân oldu ve; “Dilim tutulsaydı da oğluma böyle bir şefâatte bulunmasaydım. Müslümanların kâfirlere boyun eğmesi gibi büyük bir günâhı işletmeye sebep olmak ne kötü. Elbette oğlum bunu kabûl etmeyecektir. Yâ Rabbî! Bu işin hâlledilmesi için oğluma yardım eyle, beni de affettiklerinin arasına al!” dedi. Sonra kimsenin yüzüne bakamadan evine girdi. İmâm Şâmil ise güç durumlarda namaza durur, günlerce yemeden içmeden o işin hâlledilmesi için Allahü teâlâya yalvarırdı. Yine öyle yaparak mescide halvete çekilen Şeyh Şâmil, gözyaşları arasında namaza durdu. Kur’ân-ı kerîm okudu. Allahü teâlânın sevgili kullarından, başta hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî ve diğer büyüklerden yardım diledi. Onları vesîle ederek cenâb-ı Hakk’a niyâzlarda bulundu.

İmâm’ın korktuğu tek şey, müslümanların kalblerindeki düşmanla mücâdele azminin kaybedilmesi, îmânlarının sarsılması idi. Halkın Ruslarla anlaşmaya meyletmesi demek, esâreti kabûl edip, İslâmın emirlerini yapamamak, yasaklarından kaçınamamak, en mühimi îtikâdlarının bozulması demekti. Üstelik bu korkunç isteğe şefâatçı olan anasıydı. Din ve vatan için, bir değil binlerce ana, oğul fedâ olmalıydı. Şeyh Şâmil, günlerce mescidde Allahü teâlâya yalvarıp, nefs muhâsebesi yaptıktan sonra karârını verdi. Sabırla kendisini kapıda bekleyen halkın huzûruna çıktı. Onlara; “Muhterem anam cezâsını çekecektir!…” emrini bildirdi. Emir büyüktü. (6) Şimdiye kadar İmâm’larının bir istediğini iki etmeyen nâibler, ananın huzûruna çıktılar ve durumu bildirdiler. Yaralı ana, adâlet dîvânının önüne geldi.Halk toplanmış, nefes almadan bekliyordu. Mahkûm mevkiinde, şimdiye kadar Kafkasya’da yetişen âlimlerin, velîlerin en büyüklerinden olan Şeyh Şâmil’in anası vardı. Omuzları çökmüş, yaptığı hatânın üzüntüsü ile rengi solmuş bir hâlde oğluna baktı. Sonra yürekleri parçalayan bir sesle; “Oğlum! Allahü teâlânın emrinden kıl ucu kadar ayrılırsan, emzirdiğim sütü helâl etmem! Verilecek cezâyı şimdiden kabûl ediyor, adâletten zerre kadar şaşmamanı istiyorum.” dedi. Dargolular, Şeyh Şâmil gibi mübârek bir zâtın anasından böyle bir cevâbı bekledikleri için hiç şaşırmadılar.

Herkes pür dikkat, İmâm’ın vereceği karârı heyecanla bekliyordu. Ana ise; “Yâ Rabbî! Oğlum, merhamet duygusu sebebiyle doğru yoldan ayrılmasın” diye duâ ediyordu. Şeyh Şâmil nâibleriyle istişâre ederek netîceyi bildirdi: “Yüz sopa!..” Metânetle ortaya yürüyen ana, acabâ bu cezâya dayanabilecek miydi? Herkes bunu düşünürken, senelerce ünlü Rus generallerine diz çöktürmüş kahraman İmâm’ın, anasının yanına varıp diz çöktüğünü sonra da ellerine sarılıp öptüğünü gördüler. Anasıyla helâllaşan Şeyh Şâmil, Dargolular’a dönerek; “Anamın bu meselede, merhametinin çokluğu sebebiyle başkalarına şefâat etmesinden başka hiçbir hatâsı yoktur. Bu yaptığı hatânın cezâsını da mânevî olarak şu âna kadar çektiği ızdıraplarla ödemiştir. Maddî cezâyı da onun her şeyine vâris olan oğlu çekecektir.” buyurduğunda, herkes yerinde dona kaldı. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Çünkü, İmâm’ın verdiği karardan döndüğü görülmemişti. Şeyh Şâmil, sopayı vuracak kimselerin yanlarına varıp, belden üst tarafını soyunduktan sonra; “Emri yerine getirmekte bir an bile tereddüd edip elleri titreyenlere yazıklar olsun! Bütün gücünüzle vurmanızı emrediyorum!” diyerek sırtını döndü. Vazifeliler ilk sopaları vurdukları zaman herkesin gözleri yuvalarından fırlamış, bağırmamak için kendilerini güç zaptetmişlerdi. Her sopa indikçe İmâm’ın mübârek vücûdunda derin izler meydana geliyor, sopa yerlerine kan oturuyordu. Aynı yere ikinci üçüncü sopalar isâbet ettiğinde de, oralardan kan fışkırıyordu. Şeyh Şâmil ise vazifelilerin önünde dimdik duruyor, en küçük bir inleme ve sopadan sakınmaya teşebbüs etmiyordu.Nefsin istemediği bu hareket ile pek güzel bir mücâhede hâsıl olup nefsi inliyor, bu sebeple rûhu yükselip, vilâyet makâmlarında üstün derecelere kavuşuyordu. Bu görülmemiş manzara karşısında, bâzı nâibler ileri atılarak sopanın kendilerine vurulmasını istemişlerse de, Şeyh Şâmil’in kararlı bakışlarından korkup geri çekilmişlerdi. Nihâyet yüz sopa vuruldu.Şeyh Şâmil vücûdundan sızan kanlara bakarak, Allahü teâlânın, kendisine verdiği metânet ve sabır için şükür secdesine kapandı. Sonra ayağa kalkıp ellerini açtı ve Rus zulmünden müslümanların muhâfazası için cenâb-ı Hakk’a duâ etti. Hâdiseyi ibretle seyreden halk, bir taraftan ağlayıp gözyaşları döküyor, bir taraftan da Allahü teâlânın, böyle adâletli mübârek bir zâtı başlarına imâm yaptığına şükrediyordu. Artık halk iyice şahlanmış, Ruslarla anlaşma yapmanın ne büyük bir tehlike olduğunu iyi anlamıştı. Onlarla mücâdele etmenin din ve vatan borcu olduğuna yakînen inanmışlardı. Şeyh Şâmil, anasının cezâlanmasına sebeb olanların kim olduğunu sordu. Herkes; “Kim?” diye birbirine bakarken, iki elçi huzûra geldi. Halk, onların üzerine yürümek istiyor, fakat edebe aykırı bir hareketten de çekiniyorlardı. İmâm onlara; “Köylerinize dönünüz. Sizi gönderenlere gördüklerinizi anlatınız. Dînimizi yıkmak isteyen İslâm düşmanlarına verilecek cevâbımız budur.” buyurdu.

Bundan sonraki günlerde Şeyh Şâmil, Kafkasya’ya musallat olan Rus ordularına sık sık baskınlar yaptı, akınlar düzenledi. Onları memleketlerinden çıkarmak için geceli gündüzlü çalıştı. Fırsat buldukça,Çar Birinci Nikola’yı can evinden vuruyor, hiç beklemediği yerlere saldırıyordu. Hiçbir devletten yardım görmeden, tam yirmi beş sene Ruslarla mücâdele ederek vatanını savundu.

Yeni Rus çarıİkinci Aleksandr başa geçtikten sonra, Şeyh Şâmil meselesini hâlledip Kafkasya’yı baştanbaşa fethetmek için, Prens Baryatinski kumandanlığında beş ordu hazırlattı. Bunlardan biri Şeyh Şâmil’in karargâhını, ikinci Lezgi, üçüncü Hazar Denizi civârını, dördüncü ve beşinci ordu da Çerkezistan’ı hedef aldı. Fakat asıl hedef Şeyh Şâmil idi. Îcâb ederse beş ordu birleşip hep birden hücum edebilecekti. Bu sebeple, birinci orduyu bizzat Başkumandan Prens Baryatinski idâre ediyordu. Onun ordusunda elli bine yakın seçme asker ve elli civârında ağır top mevcuttu. Bu muazzam kuvvete karşı, Şeyh Şâmil de beş bine yakın süvârisiyle Ruslarla çarpışmaya başladı. Uzun ve kanlı çarpışmalardan sonra, Şeyh Şâmil, Gunip Dağına çekildi. Bu dağda beş yüz kadar fedâisi ile bir buçuk ay süreyle koskoca ordu ile savaştı. Ellerinde atacak barutları, yiyecek bir şey kalmadı. Etrâfındaki yiğit askerlerinin dört yüz kadarı da şehîd olmuştu. Yiyecek yerine karınlarına taş bağlayarak düşmanla mücâdeleye devâm ediyorlardı. Başkomutan Baryatinski, Şeyh Şâmil’i canlı ele geçirmek istiyordu. Bu sebeple Şeyh Şâmil’e beyaz bayraklı elçiler göndererek teslim olmasını teklif etti. Şeyh Şâmil’in çocukları ve askerleri bu ümitsiz mücâdelede İmâm Şâmil’in de şehîd olacağını, sonunda Kafkas Türklerinin başsız kalacağını düşündüler. Şimdi bir anlaşma ile teslim olurlarsa, ilerde, Allahü teâlânın yaratacağı yeni imkânlara göre hareket edebileceklerini Şeyh Şâmil’e bildirdiler. Şeyh Şâmil, dîni, vatanı için canını seve seve vermeye hazırdı. Fakat, müslümanlara yardım etmek zâhiren sağ kalmakla mümkündü. Bu sebeple gelen elçilerle anlaşma yapıldı. Bu anlaşmaya göre; “Türklerin dinlerine karışılmayacak, onlardan asker alınmayacak, vergi toplanmayacak, Türkler iç işlerinde serbest bir devlet olup, idârecilerini kendileri seçecekler. Şeyh Şâmil, âile efrâdı ve mevcut kırk kadar askeri ile, silâhları dahî ellerinden alınmadan Türkiye’ye gidebilecekti.” 1859 senesinde yapılan bu anlaşmadan sonra silâhlar sustu. Başta Başkomutan Baryatinski, diğer generaller ve bütün Rus askerleri, yirmi beş senedir bir avuç fedâisi ile koskoca Rus ordularını perişân eden, akla havsalaya sığmayan menkıbeler sâhibi kahraman Şeyh Şâmil’i bir an önce yakından görmek istiyordu. Şeyh Şâmil, kendisine hayranlıkla bakan Rus askerlerinin aralarından geçerek, Başkomutan Baryatinski’nin çadırına gitti. Baryatinski, anlaşma şartlarının geçersiz olduğuna, kendisinin ve âile efrâdının Çar İkinci Aleksandr’ın esîri olup, misâfir muâmelesi yapılacağını bildirdi. Artık iş işten geçmişti. Sözünden dönen bu alçak Ruslara karşı yapılacak bir şey yoktu.

Çar kendisine bir konak ve hizmetçiler verdi. Şeyh Şâmil, Kaluga’da kaldığı on sene zarfında kendini kitaplara verdi. Ancak bu şekilde teselli bulabiliyordu. Artık oldukça yaşlanmış, esâret hayâtı onu iyice çökertmişti. Bir defâsında, ziyârete gelen Rus Çar’ına Hacca gitmek istediğini bildirdi. Rus Çar’ı bunu kabûl etti. Fakat oğullarının rehin olarak kalması gerektiğini söyledi. Bunu kabûl eden Şeyh Şâmil, 1870 senesinde İstanbul’a hareket etti.Bu haberi işiten İstanbullular heyecanla İmâm’ın gelmesini beklediler. SultanAbdülazîz Hân, sarayında hazırlıklar yaparak, senelerdir Ruslara kan kusturan İmâm Şâmil hazretlerini beklemeye başladı. Kafkasya’da, İslâmiyeti yok etmeğe uğraşan Ruslara karşı verdiği amansız mücâdeleyi iftihar gözyaşlarıyla tâkib eden müslüman Türk milleti, Şeyh Şâmil’e hayran idi. Onun esâretten kurtulup İstanbul’a geldiği gün, yer yerinden oynamış, halk sâhile dökülmüştü. Rus vapuru Dolmabahçe Sarayı önüne demirlediğinde, Sultan Abdülazîz’in saltanat kayıkları, İmâm Şâmil ve âile efrâdını saraya getirdiler. Abdülazîz Hân, onu sarayın kapısında karşılayıp, büyük bir hürmetle; “Babam kabrinden kalksaydı ancak bu kadar sevinebilirdim” diyerek, çok iltifâtlarda bulundu. Sarayda hâl hatır sohbetleri arasında SultanAbdülazîz, her türlü emrine hazır olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Şeyh Şâmil; “Pâdişâhım! Hayâtımın şu son günlerini aşkıyla yandığım sevgili Peygamberimin huzûr-ı şerîflerinde geçirmek istiyorum. Bunun teminini zât-ı âlinizden istirham ediyorum” dedi. Bu arzuyu büyük bir îtinâ ile yerine getirmek için Rus sefirini saraya çağırttı. Durumu anlatıp, Çar’a bildirmesini emretti. Rus Çarı İkinci Aleksandr kabûl edip, Şeyh Şâmil’in Rusya’ya geri dönmemesini bildirdi. Buna ziyâde memnun olan Şeyh Şâmil, İstanbul’da kısa bir müddet kaldı. Başta Sultan Abdülazîz’in ve İstanbulluların gösterdiği yakın alâkaya, misâfirperverliğe hayran oldu. Bu kadar ilgiye rağmen bir an önce Hicaz’a gitmek istediğini pâdişâha bildirdi. Abdülazîz Hân onun için en mükemmel vapurunu hazırlatıp teşyî eyledi.

Vapurun her uğradığı yerde, halk görülmemiş bir heyecanla Şeyh Şâmil’i karşılıyor, onun duâsını almak yarışına giriyorlardı.Mısır’a geldiklerinde, Hidiv İsmâil Paşa, onu şânına lâyık karşıladı. O sırada İsmâil Paşa’nın yanında,Cezâyir’i Fransız istilâsından kurtarmak için çok gayret gösteren büyük âlim, mücâhid, gâzî, Abdülkâdir Efendi de misâfir bulunuyordu. İki kahraman âlimin sohbetleriyle şereflenen İsmâil Paşa, onlarıKâhire’de bir ay kadar misâfir etmek bahtiyarlığına kavuştu. Sonra İskenderiyye’ye kadar giderek Cidde’ye .                 (7) uğurladıPeygamberimizin ve Kâbe’nin hasretiyle yananŞeyh Şâmil’in heyecânı, oralara yaklaştıkça artıyordu. O sırada Mekke emîri olan Şerîf Abdullah da, Şeyh Şâmil’i çok seviyordu. Onu büyük bir îtibarla karşıladı. Hicaz’da, onun büyük bir âlim ve kahraman olduğunu işiten herkes, onu görmeye can atıyor, ilgi ve hürmet gösteriyordu.

Şeyh Şâmil, büyük bir îtinâ ile bütün şartlarına âzamî titizliği göstererek haccını yaptıktan sonra, ömrünü O’nun sünnet-i seniyyesini yaymak için uğraştığı, bu uğurda ölümü göze aldığı, sevgili, muhterem, mübârek Peygamberi, iki cihânın efendisi Muhammed aleyhisselâmın huzûr-ı şerîflerine gitmek için, nûrlu Medîne yollarına düştü. Her an aşkıyla yandığı efendisine yaklaşıyor, şimdiye kadar içinde kopan fırtınalar her geçen sâniye daha da şiddetleniyordu. Medîne-i münevvere görünmeye başladığında oldukça heyecanlanan Şeyh Şâmil, toprağa kapanarak, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin şu şiirini terennüm etmeye başladı.

“Server-i âlem sana âşık olup da, yanarım!

Her nerede olsam o güzel cemâlin ararım.

Kâbe kavseyn tahtının sultânı sen, ben hiçim.

Misâfirinim dememi saygısızlık sayarım.

Her şey cihânda senin şerefine yaratıldı,

Rahmetin bana da yağsa, o ân olur bahârım.

Acıyıp bir bakınca, ölü kalbler dirilttin,

Sonsuz merhametine, sığınıp, kapın çaldım.

İyilik kaynağısın dermanlar deryâsısın!

Bir damla lütfet bana, derde devâsız kaldım.

Herkes gelir Mekke’ye, Kâbe, Safâ, Merve’ye,

Ben ise senin için, dağlar tepeler aştım.

Saâdet tâcı giydirildi, rüyâda başıma,

Ayağın toprağı serpildi yüzüme sanarım.

Ey Câmî hazretleri, sevgilimin bülbülü!

Şiirlerin arasından, şu beyti seçtim aldım:

“Dili aşağı sarkık, uyuz köpekler gibi,

Bir damlacık umarak, ihsân deryâna vardım.”

Ey günahlılar sığınağı, sana sığınmaya geldim!

Çok kabahatler işledim, sana yalvarmaya geldim!

Karanlık yerlere saptım, bataklıklara saplandım,

Doğru yolu aydınlatan, ışık kaynağına geldim.

Çıkacak bir canım kaldı, ey bütün canların cânı!

Uygun olur mu söylemek, cânımı fedâya geldim.

Derdlilere tabîbsin, ben ise gönül hastası,

Kalb yarama devâ için, kapını çalmağa geldim.

Cömerdlerin kapısına, bir şey götürmek hatâdır.

Basmakla şeref verdiğin, toprağı öpmeğe geldim.

Günahlarım çok, dağ gibi, yüzüm kara, katran gibi,

Bu yükden ve siyâhlıkdan, tamâm kurtulmağa geldim.

Temizler elbet hepsini, ihsân deryândan bir damla,

Gerçi yüzüm gibi kara, amel defterimle geldim.

Kapına yüz sürebilsem, ey cânımdan azîz cânân

Su ile olmayan işler, hâsıl olur o topraktan.”

Peygamber efendimize olan aşkının çokluğundan ve O’na kavuşmanın heyecânından dolayı gözünden sel gibi gözyaşı akıtan Şeyh Şâmil,  Resûlullah’ın huzûr-ı şerîflerine geldi. Başta Medîne muhâfızı Hâfız Paşa, seyyidler, dünyânın dört bucağından gelmiş hacılar, onu heyecanla tâkib ediyordu. Kabr-i saâdetlerinin kıble tarafına geçip, mübârek ayak uçlarından Resûlullah’a, gönlünün en derin köşelerinden coşup gelen vecd ile:

“Essalâtü ves-selâmü aleyke yâ Resûlallah! (8)

Essalâtü ves-selâmü aleyke yâ Habîballah!”

Essalâtü ves-selâmü aleyke yâ Seyyidel evvelîne vel-âhirîn!” diyerek selâm verince, Resûlullah’ın, selâmına mukâbelesi ile şereflendi. Orada bulunanların şâhid olduğu bu hâdiseden sonra Şeyh Şâmil, uzun müddet duâ edip gözyaşı dökerek hasretini giderdi, gönlündeki fırtınaları dindirdi.

Şeyh Şâmil, Medîne-i münevvereye geldiğinde hastalandı. Kısa süren bu hastalığında âile efrâdı, berâberinde gelip kendisine hizmet edenlerle ve ziyâretine gelenlerle vedâlaştı. Sultan Abdülazîz’e, Rus Çarı’nda rehin bıraktığı çocuklarının kurtarılmasını, Devlet-i aliyye-i Osmâniye’de vazife verilmesini bildiren bir mektup yazdırdı. Sonra başında okunan Kur’ân-ı kerîm tilâvetleri arasında, 1870 (H.1287) senesi Zilka’de ayının yirmi beşinci gününde Kelime-i şehâdet söyleyerek vefât edip, sevdiklerine kavuştu. Cennet-ül-Bakî’ Kabristanı’na defnedildi. Allah Celle Celalühu rahmet eylesin, bizleri himmetlerine mazhar eylesin. Amin.

CENNETÜ’L- BAKİ’DEKİ DAĞISTAN ARSLANIŞEYH ŞAMİL (Kaddesallahu Sırrahulaziz)

Bugünkü Kuzey Kafkasya’da bir İslami potansiyelden söz edilebiliyorsa bu, büyük ölçüde Şeyh Şamil ve müridlerinin organize ettiği tasavvufi cihad hareketi yıllarında olmuştur. Özellikle bugünkü Kafkasya’da İslami geleneğin en güçlü şekilde yaşandığı Dağıstan bölgesinde 19. yüzyıl boyunca yaşanan İslami hayat, yaklaşık 70 yıl sürdürülen din düşmanlığı politikalarına rağmen bugüne kadar ulaşan bir canlılıkla yaşanmıştır. Sırasıyla İmam Mansur, Gazi Muhammed, İmam Hamzat ve İmam Şamil önderliğinde yürütülen cihad yıllarında şehid düşen mücahidlere ait makamlar bugün Kafkasya müslümanlarının manevi kimliklerini koruyucu bir vasıta olarak varlıklarını sürdürmektedir. Hemen her karış toprağı şehid kanıyla sulanmış,herkayası bir savaşın siperi olmuş Dağıstan son iki asır boyunca İslam’ın kalesi haline gelmiştir.

Şeriatın deruni yönünü oluşturan ve İslam’ı şekli bir takım törenler olma, ötesine ulaştırarak kalbi bir lezzet ve coşkuya tahvil eden tasavvuf, Dağıstan’ın günlük yaşantısının bir parçası haline dönmüştü. Bir mürid için cihad en coşkulu bir zikir halkasının doruk noktası ve cazibenin ruhları kanatlandırdığı andı.

Kafkasya’da Müridizm adını alan tasavvuf hareketinin ikinci önderi olan İmam Gazi Muhammed, Nakşibend tarikatı müridlerinden Kuralı Muhammed ve O’nu takiben Şeyh Cemaleddin Gazikumuki’ye intisab etmiştir. İmam Gazi Muhammed, Şeyhi Kuralı Muhammed ‘in kendisine verdiği “Kulun emrine değil Allah’ın emrine uyarak Ruslara karşı cihada başlaması” talimatıyla cihad bayrağını kaldırmıştır. İmam Gazi Muhammed 1829′da 36 yaşında neşrettiğ “İkamet-ül Burhan Ala İrtidadi Urefa-i Dağıstan” adlı eseriyle Gimri’den başlamak suretiyle halkı cahada davet etmiştir. 1831 yılından itibaren Ruslarla şiddetli çarpışmalara giren İmam Gazi Muhammed, merkez üssü olan Gimri’de 17 Ekim 1832 tarihinde girdiği çarpışmada çok ağır bir şekilde yaralanır. Hayata gözlerini kapatırken başucunda bulunan ve yaralı durmdaki önde gelen müridi Şamil’e şunları söyler: “Şamil ! Rüyamda halkınDağıstan’ın Koysu ırmağına bir direk diktiğini gördüm. “Bu direk nedir?” diye sorunca “İmam Gazi Muhammed’dir” dediler. Bu direk su akıntısına bir süre direndikten sonra devrilerek akıntıya kapıldı. Halk yine bir direk dikti ve “Bu da İmam Hamzat’dır” dediler. Ancak bu ikinci direk daha kısa bir sürede devrildi. Halk üçüncü bir direk daha dikti. Bu sonuncu direk akıntılara çok uzun süre direndi. “Bu kim ?” diye sorunca “O Şamil’dir” cevabını aldım. Bu rüyam gösteriyorki bana yolculuk görünmüştür. Yerime geçecek olan Hamzat’ta kısa bir süre sonra beni takib edecektir. Dağıstan’ın geleceği sana emanettir, bütün ümid sendedir. Allah yardımcın olsun…”

Oracıkda şehid olan İmam Gazi Muhammed, Gimri’den alınıp köy köy dolaştırıldıktan sonra Tarku’da toprağa verilmiş daha sonra da vasiyetine uygun olarak Şeyh Şamil’in İmamlık döneminde Gimri’ye nakledilmiştir.

İmam Gazi Muhammed’in ardından İmamlık makopps geçen İmam Hamzat iki yıl sonra 19 Eylül 1834′de 45 yaşında iken şehid edilmiş ve İmam Gazi Muhammed’in rüyasında gördüğü gibi o sırada 37 yaşında olan Şeyh Şamil 2 Ekim 1834′de imamlığa seçilmiştir.

1797′de Dağıstan’ın Gimri avulunda doğan Şamil zahiri ve batıni eğitimini, daha sonra kayınbabası da olan Şeyh Cemaleddin Gazikumuki’nin yanında tamamlamıştır.

Şeyh Şamil’in mürşidi ve kayınbabası Şeyh Cemaleddin Gazikumuki (K.S.) Dağıstan’dan İstanbul’a hicretten sonra bir süre Üsküdar’da yaşamış ve vefatından sonra Karacaahmed kabristanında toprağa verilmiştir.

İmamlık seçimi sırasında bir konuşma yapan İmam Şamil: “İmamlığı yalnız şu şartıma mutlak suretle uyacağınıza söz verirseniz kabul ederim. Son derece şiddetli hareket edeceğim. Bu celala tahammül edeceğinize ve asla şikayetlenmeyeceğinize söz veriyormusunuz?” deyince bütün müridler “Önümüze atalarımızın mezarı çıksa son oğlumuz düşman elinde kalsa senin emrinden çıkmayız” diyerek biat ettiler ve böylece Şeyh Şamil’in kanlı mücadelelerle geçecek İmamlık dönemi başladı.

25 yıl süreyle Ruslar ile Dağıstan’ın dört bir köşesinde savaşan Şeyh Şamil ve müridleri teknik bakımdan kıyaslanamaz derecede güçlü ve 250 bin kişiye kadar ulaşan kalabalık Rus ordusuna karşı kahramanca savaştılar. Özellikle 1854 Kırım savaşından sonra bütün gücüyle Kafkasya ve Dağıstan’a yüklenen Rus ordularına karşı savaşında devrin en güçlü “İslam Devleti” olan Osmanlı Devleti’nden en ufak bir yardım bile alamayan Şamil ve sadık müridleri son direnme noktası olan Gunib Dağı’na çekildiklerinde Şamil’in yanında sadece dörtyüz mücahidi kalmıştı; Gunib dağında süren çetin günlerde bu sayı 100 kişiye indi.

Yanında bulunan ulemanın tavsiyesi ile, son müridlerinde hayatlarını kaybetmesini istemeyen Şeyh Şamil 1859 yılı Eylül ayının ilk günlerinde Rus generali Prens Baryatinski izin verilmesi başta olmak üzere bazı şartlarla teslim olmak zorunda kaldı. 6 Eylül 1859 günü Temirhan Şura şehrine getirilen Şamil yanındaki aile üyeleri ve yakın müridlerinden oluşan 40 kişilik bir kafile ile 11 Eylül 1859′de Sen Petersburg’a nakledildi ve bir ay sonra esaret süresinin büyük kısmını geçirmek üzere Kaluga’ya götürüldü.

63 yaşında esir düşen ve Kaluga’da geçen ilk üç yılında manevi yönden büyük sıkıntılar çeken Şeyh Şamil’in o güne kadar ağarmamış ola saç ve sakalı tamamen bembeyaz hale gelmişti. Türk topraklarına gitmelerine izin verileceği sözü ile teslim olan Şamil’e verilenn bu söz, uzun süre unutulmuş ve Şeyh Şamil’in Kaluga’daki esareti 10 yıl kadar sürmüştür. 10 yıl sonra Kaluga’dan Kiev’e nakledilen       (9) Şeyh Şamil burada görüştüğü Çar II. Aleksandr’dan Osmanlı ülkesine gönderilmesini rica etmiş ve oğulları Gazi Muhammed ile Muhammed Şafi’yi rehin bırakmak şartıyla bu isteği yerine getirilmiştir.

1870 yılında bir Rus gemisiyle İstanbul’a gelen Şeyh Şamil Kabataş iskelesinden bir saltanat kayığı ile alınarak devrin hükümdarı Sultan Abdulaziz tarafından karşılandığı Dolmabahçe sarayında ağırlanmıştır.Abdulaziz Han’ın büyük iltifatlarıyla karşılaşan Şeyh Şamil sulatan’a kendisi ve ailesi için hiçbir maddi isteği olmadığını ancak Mekke ve Medine’yi ziyaret maksadıyla Hicaz’a gtmelerinin sağlanmasını söylemiştir. Sultan Abdulaziz’in sağladığı bir gemiyle Hicaz’a doğru yola çıkan Şeyh Şamil ve ailesi gemi ile mısır’a uğramışlar ve burada Mısır Hidivi İsmail Paşa tarafından bir süre misafir edilmişlerdir. Bu misafirlik sırasında Şeyh Şamiil Cezayir bağımsızlık tarihinin unutulmaz mücahidi Kadiriyye tarikatının önde gelen simalarından Emir Abdulkadir ile tanışmışlardır. Böylece 19. yüzyıl boyunca biri Kafkasya’da, diğeri Cezayir’de cihad tarihine altın sayfalar ekleyen iki mürşid ve mücahid buluşmuş oluyorlardı. Mısır’daki 1 ay kadar süren misafirlikten sonra Kızıldeniz yoluyla Arabistan’ın Cidde limanına gelen Şeyh Şamil ve yanındakiler başta Mekke emiri Şerif Abdullah olmak üzere Hicaz’ın önde gelenleri tarafından karşılanarak Mekke’ye getirildiler O yıl Hacc-ı Ekber olduğu için normale göre daha fazla sayıda olan hacılar Kabe’yi ziyareti sırasında İslam aleminin her yanına yayılan ününü işittikleri bu büyük mücahidi görmek isteyince Şeyh Şamil Kabe’nin çatısına çıkarılarak bütün hacıların kendisini görmesi sağlanmıştır. Şeyh Şamil’e nasib olann bu büyük mazhariyet Allah rızası için 30 yıl aralıksız süren cihadın bedeli olmasa bile Kabe avlusunu dolduran bütün müslümanları büyük bir vecde sürüklemiştir.

Hacı olduktan sonra Mekke’den Medine’ye geçen Şeyh Şamil Peygamberimiz (S.A.V.)’in soyundan gelen Ahmed er-Rufai’nin evlatlarına tahsis edilen dergahta misafir edilmiş ve büyükdedesi ile aynı ismi taşıyan şeyh ve müridleri tarafından ağırlanmışlardır. Medine’ye geldiği gün Ravza-i Mutahhara’da Rasulullah(S.A.V.)’in ayak ucunda, yanında bulunan 70 Kafkas mücahidi ile saf tutan Şeyh Şamil ömrünün son demlerinde manevi huzuruna geldiği Peygamber’i(S.A.V.)’ne kavuşmuştur. Şeyh Şamil’in bu ziyaretinin makbul oluşuna şahid olan bir rivayete göre Şamil’in Medine’ye geldiği günlerde Peygamber (S.A.V.) soyundan gelen en yaşlı seyyid ve şerif olan zat bir rüya görür. Rüyasında Peygamberimiz (S.A.V.) onlarca kuşaktan bu torununa “Oraya gelen en büyüğünüz ve saygıya layık konuğunuz Şamil’dir. Kendisine hürmet ve hizmette kusur eylemeyin! ” buyurur. Bu rüya üzerine Peygamber (S.A.V.) soyunun yatağından çıkamayacak derecede yaşlanmış olan bu büyüğü derhal yerinden kalkarak Şamil’i ziyaret etmek ister ve Şamil’in yanına gelir gelmez ellerine sarılır.

Artık ömrünün son demlerine geldiğini hisseden İmam Şamil Rusya’da rehin bulunan oğullarından birinin aile fertlerine sahip çıkmak üzere Medine’ye gelmesinin sağlanmasını Osmanlı Sultanından rica eder ve oğulu Gazi Muhammed yapılan girişimler sonrasında Hicaz’a doğru yola çıkar. Bu sırada iyice rahatsızlanan Şeyh Şamil’in son anlarında başında misfiri olduğu dergahın şeyhi Ahmed er-Rufai ve Şeyh Şamil’in o sırada henüz 7 yaşında bulunan küçük oğlu Muhammed Kamil bulunmaktaydı. Şeyh Ahmed er-Rufai, Şamil’in son anlarında olduğunun farkındadır ve O’na Kelime-i Tevhid’i telkin eder. Kelime-i Tevhid için otuz yıl gaza meydanlarında yaralar alan, kan döken Şeyh Şamil son bir gayret ile sağ parmağını kaldırarak Kelime-i Şehadet getirir ve ruhunu Rabb’ıne teslim eder. Ertesi gün ailesinden yanında bulunanların son defa babalarını gördüğü sırada Şamil’in gaza meydanlarında aldığı yaralarla süslü bedenini yıkayıp teçhiz ve tekfin edecek olan şeyh Ahmed er-Rufai Şamil’in daha küçük bir çocuk olan oğlu Muhammed Kamil’i babasının yanına götürerek şunları söyler: “Oğlum babanın mubarek elini kokla!..” Ve çocuk babasının cansız elini öperken sözlerini şöyle sürdürür.:”Duyduğun koku ancak şehidlik mertebesine erenlerde ortaya çıkan mübarek bir kokudur. Bil ki baban kutlu şehidler kafilesinin sancaklarındandır. ” Kafkasya’da Dağıstan’ın Gimri avulundaki bir dağ evinde başlayan, onlarca kez ölümle karşılaşan ve bütünüyle Allah yoluna adanan bir ömrün Peygamber (S.A.V.)’in makamı olan Medine’de sona ermesi ancak Şeyh Şamil’e lütfolunan bir ayrıcalıktı. Şeyh Şamil Peygamber Mescid’nde kılınan namazdan sonra Cennet’ül Baki kabristanında Peygamberimiz (S.A.V.)’in eşlerinin defnedildiği bölgede toprağa verildi.

“Kafkasya’da güneşe bakıp da Şamil’i hatırlamamak mümkün değildir. O Kafkasya’nın kara günlerini aydınlatan güneştir.” sözleri bugünkü Kafkasya için de geçerlidir. Bugün Kafkasya ve Dağıstan!da ülkeyi işgal eden güçlere karşı yürütülen mücadelenin yollarını da yine “Şamil Güneşi” aydınlatmaktadır. Artık destanlaşmış olan hayatı, savaşları, sözleri ve hayata geçirdiği ilkeleri ile Şeyh Şamil bugün Kafkasya ve Dağıstan’da dipdiri olarak yaşamaktadır. Allah yoluna adanmış ve bu adanmışlık defalarca ölümle sınanmış bir mücahidin nasıl ölümsüz hale geleceğini anlamak isteyenler şanil’in hayatını okumalıdırlar. Şeyh Şamil’in bugünkü ve yarınki Kafkasyalılara yol gösteren şu birkaç sözü bile böyle bir niyeti olanlara bir fikir verecektir:

“Allah güçlülerin başaramadığını bir zayıfa başartmaya kadirdir”

“İnsanların en soylusu Allah’tan en çok sakınandır”

“Allah’ın verdiği nimetlerle günah ve kötülük yolunda güç kazanmak ne kötüdür”

“Allah ile açık olsun-gizli olsun ilişkiniz edeb üzre olmalıdır.”

“Allah’ giden yollar gökteki yıldızlardan daha çoktur ve ben o yollardan birisine talibim”

“Bir mürşide bağlanırken ondan keramet beklemeyin; şeriata bağlı olduğunu ve hak yolda yürüdüğünü görmeniz yeterlidir.”

“Arkadaşını affet; affettiğini hatırlama ve hatırlatma!..”

“Torunlarınıza bırakacağınız en büyük miras tevhid için savaşmak ve Allah kelamını yayma yolunda can vermeyi öğretmek olacaktır. Torunlarımız cihad günlerinde kuyruk değil baş olmalıdır.”

“Ölümümüz bizi Allah’a kavuşturacağı için kutludur. Dünyaya geldik, Hakk’ın eserlerini gördük, gönülden vurulduk; emirlerindeki hikmete inandık. Hakk’a kavuşmamız olan ölümü de gönülden özlemeliyiz. Müslüman için bir vuslat ve mutluluk anı olan ölüm ancak kafirler için gerçek bir azaptır.”

“Şehid ruhları yeşil kuş kanatları üzerinde Allah’a ulaşır. Allah yolunda kan dökünüz, yurdumuz için ölünüz ve şehid olmaya koşunuz !..”

Hayatı boyunca bu sözlerin anlamını şerheden Şeyh Şamil’in bugün Kafkasya ve Dağıstan’da yaşayan torunları Şamil’i (10) anladığı takdirde bu dünyada pekçok şey değişecektir.

(Rus Çarına Hitaben)

SÖYLEYİN!

BAŞINDA BULUNDUĞUM BU KAHRAMANLARIN

KALPLERİNDE KÖKLEŞEN ZAFER İMANI

KÖKÜNDEN KAZINMADIKÇA

VE EN GENÇ MUHARİPLERİMDEN

EN YAŞLI NAİPLERİME KADAR

TEK KURŞUNLARI

TEK  KOLLARI

KALINCAYA KADAR

BU MÜBAREK VATANI

EN SON DAĞINA

VE EN SON KAYA PARÇASINA KADAR

KARIŞ KARIŞ MÜDAFAA ETMEKTEN

BENİ HİÇBİR KUVVET MEN EDEMEYECEKTİR

BU UĞURDA

BÜTÜN EVLÂD-Ü IYÂLİMİ

KILIÇTAN GEÇİRSENİZ

EN SON MÜRİDİMİ YOK ETSENİZ

TEK BAŞIMA VE SON NEFESİME KADAR

SİZİNLE YİNE DÖVÜŞECEĞİM

SON CEVABIM BUDUR.

ŞEYH  ŞAMİL

(Çeçenistan.. Eylül:1838)

ŞAMİL;

Kafkas Dağı’nın hürriyet güneşidir…ŞAMİL;

Atalarımın öz ve öz gardaşıdır…

ŞAMİL’i bilmeyenler atasını ne bilir…

Şair diyorki;

Bayrakları bayrak yapan üstündeki Kandır,

Toprak…

Toprak; eğer uğrunda ölen varsa Vatandır!…

Men de diyorum ki menim Vatanım’ın sınırları Kars’tan başlayıp Edirne’de bitmez…

Hazerimin… (11)

Hürriyet…

Hürriyet diye çalkalandığı kıyılarda başlar…

Ta Viyana’da biter…

Bu…

Aras çoştukça…

Tuna volga taştıkça…

Menim ay yıldızlı bayrağım dalgalandıkça…

Menim şiirlerim okunacak,

Menim türkülerim söylenecek…

İşte ta oralardan esen rüzgarın getirdiği bir oyun;

Esaretin düşmanı,

Cesaretin timsali,

ŞEYH ŞAMİL!!!

Sormayın!

Kim? Nerdeler?

Haralıyam a dostlar,

Gönülten fırtınalı boralıyam a dostlar…

Kızıl…

Kızıl bir kurşun aldım;

Yaralıyam a dostlar…

Ağlama!

Ağlama ey gözleri bulutlu yar!…

Men bilerem; senin de eyninde kanlı bir Lüvasın var

Bu şarkılar,

Bu türküler,

Türk’ü çağırır türküler,

Yaşar gökte Ülküler,

ALLAHU EKBER!!!

ALLAHU EKBER!!!

Bu ses arslan sesidir,

Bu ses demir perdeyi damla damla eriten bir sestir,

Bu ses Katerina Petroyu deli eden bir sestir,

Bu ses ta Kafkaslar’dan gelen ŞEYH ŞAMİL’in sesidir!!!…

ŞEYH ŞAMİL’in sesidir!!!

ŞEYH ŞAMİL’in sesidir!!!

 

Biyografi