Bizim kadim medeniyetimizde aile bağları ve ailenin güçlü kılınması her şeyden fazla önemsenen, tüm devlet politikalarında değer gören bir vizyonla ele alınmaktadır. Geçmişimizde aile ve evlilik kurumuna verilen önemin temelinde şu bilinç yatmaktaydı; “Bir toplumun sanayisi, savunması ve teknolojisi ne kadar güçlü olursa olsun eğer aile ve gençliği güçlü olmaz ise o toplum yıkılmaya mahkumdur”. Günümüzde ise kadim ailemizi ve geleneklerimizi bizden uzaklaştırmak ve aile algımızı çarpıklaştırarak bizim geçmişimizden utanmamızı ve böylece kültür ve geleneğimizle bağlarımızı koparmamızı sağlamak üzerine yoğun biçimde çalışılmakta. Ama bizim gençlerimizde ve büyüklerimizde maya çok sağlam, biraz farkındalık ve sorumlulukla bu sorunun da üstesinden gelinebilir.
Osmanlı ve daha önceki Türk İslam toplumunda aile ve toplumsal adetler, örfler, geleneklerin her birisi birer doktora tezi yapılabilecek kadar hassas ve insani boyutu yüksek olan değerlerimizdir. Sadece insana değil eşya ve tabiata da aynı hassasiyetle bakılır, evrendeki her şeyin Yüce Mevlamızın bize birer emaneti olduğu gerçeğini insanlar bir an olsun aklından çıkarmazlardı. Mesela Osmanlıda karı koca merdivenden çıkarken erkek arkadan gelirdi ki hem hanımının vücudu ifşa olmasın hem de hanımı düşerse tutabilsin diye. Aynı sebeple merdivenden inerken yine erkek önden inerdi. Yine bir evin penceresinin önünde sarı çiçek varsa bu çiçek, “evde hasta var, evin önünde gürültü yapmayın” anlamına gelirdi. Eğer pencerenin önünde kırmızı çiçek varsa bu çiçek, “evde gelin olma çağına gelmiş kızımız var, evin önünden geçerken konuşmalarınıza dikkat edin, kaba ve argo konuşmayın” işareti vermekteydi. Ne büyük incelik. Örneğin bir misafirliğe gittiniz ama sevmediğiniz bir yemek varsa yapacağınız şey ev sahibinden bir tabak yoğurt istemekti. Böylece hem yoğurdu yemeğin üstüne dökerek sevmediğiniz yemeğin tadını değiştirip daha kolay yiyebiliyordunuz hem de ev sahibi bu durumda sizin o yemeği sevmediğinizi anlayarak bir dahaki sefere o yemeği yapmamaya özen gösteriyordu.
Kahvenin yanında su getirirlerdi misafire, eğer misafir toksa önce kahveyi alır sonra suyu içerdi, ama eğer açsa önce suyu ağzına götürürdü, bu esnada ev sahibi hemen sofra kurma hazırlıklarına başlardı. Kız istemeye gittiklerinde veya kızları için damat adayı aradıklarında anne babalar damadın pantolonun dizine bakarlardı, eğer dizinde eskime belirtisi varsa damat adayının namaz kıldığı anlaşılırdı. Erkekler hanımlarına hediye olarak ayna alırlardı, bu hediye şu anlama gelirdi; “sana senden daha güzel verebileceğim bir hediyem yok” hem ucuz hem romantik değil mi? Günümüzde binlerce liralık pırlanta yüzüklerle bu etkiyi oluşturamıyoruz, çünkü kanaat azaldı.
Bir başka güzel özellik toplumumuzda; 63 yaşını geçen büyükler yaşları sorulduğunda “biz artık haddi aştık” derlerdi. Çünkü efendimiz 63 yaşında ahirete irtihal etmişti. Eski insanımız kainata ve eşyalara da insan gibi davranırdı; “lambayı yakmak” veya “mumu söndürmek” yerine “lambayı uyandırmak” veya “mumu uyutmak” ifadelerini tercih ederlerdi. Eşyaya bile insanmış gibi hassasiyet ve letafetle davranırlardı.
Biraz da kadim geleneğimizdeki vakıflardan söz edelim. Mesela;
✔ Leyleklerin iyi beslenmesi için Leylek Vakfı,
✔ Yazı yazılan veya pislenen duvarları temizlemek için Duvar ve Sokak Temizliği Vakfı,
✔ Oradan geçen insanların bila bedel yemesi için Meyve Ağaçları Dikme Vakfı,
✔ Sellerin getirdiği ağaç ve taşlardan köprüleri temizleyerek şehrin zarar görmesini önlemek için kurulan Köprüleri Sellerin Zararından Koruyan Vakıf,
✔ Borçlu ve hapiste olan Müslümanlara senede bin akçe verilmesini öngören Borcundan Dolayı Hapse Düşenlere Yardım Vakfı,
✔ Halkın rahat nefes almasını sağlamaya çalışan Nefes Vakfı,
✔ Misafirleri Ağırlama Vakfı,
✔ Helva Dağıtma Vakfı,
✔ Ramazan ayında köyüne gitmeyip de medresede kalan öğrencilere beşer kuruş pabuç parası veren Pabuç Parası Vakfı,
✔ Su soğutma Vakfı,
✔ Suyu çekilen çeşmeleri tamir eden ve suyun gürül gürül akmasını sağlamaya çalışan Suyu Çoğaltan Vakfı,
✔ Yaşlı ve Kimsesiz Hanımları Koruma Vakfı,
✔ Yetimleri Giydirme Vakfı,
✔ Yaz Günlerinde Soğuk Su Dağıtma Vakfı,
✔ Kışın Abdest Alanlara Sıcak Su Dağıtma Vakfı,
✔ Yetim Kızlara Çeyiz Hazırlama Vakfı gibi yüzlerce vakıf
Ne büyük medeniyet! Tabi bu medeniyette eş seçme kriterleri de bugün gençlerimizin kriterlerinden biraz farklıydı. Osmanlı döneminde Samsun’da yayımlanan Musavvar Malumat Gazetesi’nde bir izdivaç ilanı şu şekilde; “Ben bir zabitim. Rütbem Mülazım, memuriyetim şehirde. Yaşım yirmi altı. Yumuşak huyluyum, kadınlığın esaretinden müştekiyim (şikayetçiyim). İşret (içki) asla kullanmam. Tütün içmem. İdaremi bilirim. Başka gelirim olmadığı gibi kimsem de yoktur. Yirmi iki yaşlarında, iyi huylu, inas mektebi idadiyesi (Kız Lisesi) derecesinde tahsil görmüş, iyi evlat terbiye eder, ev işlerini yapmağa gücü yeter, musikiden anlar, sadeliği sever, bir refikaya talibim. Şartlar uygun olduğu takdirde evvela vekil veya velisinin (muhterem Malumat vasıtasıyla) adreslerini bildirmelerini arz eylerim. (H. Celal)” Bir başka eş kriteri: “Otuz yaşındayım. Henüz evlenmedim. Asil bir aileye mensup olduğum gibi güzel ve asil bir hanım kız ile izdivaç edip bir aile teşkil etmek isterim. Dört bin lira gelirim var. Hiçbir şeye ihtiyacım yok. Yalnız ihtiyacım, iffet sahibi bir kız ile izdivaç etmektir. Benim ile teşriki hayat edecek olan refika-i müstekbalemin (müstakbel eşimin) serveti az veya çok olsa da kabul ederim. Asil bir aileye mensup olmalı, yirmi yaşından küçük ve yirmi beşten büyük olmamalı. Okur yazar, biraz musikiye aşina olmalı. Bu şartlar dahilinde izdivaca talip olanlara adresimi bildiririm.” (Akıner & Eren, 2013).
Bizim aile yapımızda kadın ve erkeğin romantizmden ve aşk ve sevgi gösterilerinden uzak durduğu önerisinin de aslında bir tarihi karşılığı var. Hepimiz biliyoruz 1900’lu yıllardan sonra Kurtuluş savaşı ve Çanakkale savaşı büyük savaşlar yaşadık. Bu büyük savaşlarda erkekler şehit oldu, kadınlar dul çocuklar ise yetim kaldı. Bu yüzden savaşta gazi olanlar ve sağ kalanlar sokakta ve toplum içinde çocuklarını kucaklarına almadılar, eşlerini kollarına takmadılar veya eşlerinden biraz önde yürüdüler ki; dul kadınlar veya yetim çocuklar, babası olan çocukları veya kocası olan kadınları sokakta ve toplum içinde mutlu mesut görerek kendilerinde mahrumiyet ve eksiklik hissetmesinler. Yoksa Osmanlı kadar romantik ve eşine düşkün, ailesine bağlı, çocukları için her şeyini feda eden başka bir millet bulunamaz yeryüzünde.
Günümüzde Aile
Batı menşeli ve Anglosakson tandanslı psikolojinin bireysel, sosyal ve ailevi yansımaları son derece bariz biçimde açığa çıkmaktadır. Toplumsal ve ailevi yapımızı bilinçli biçimde “ataerkil” olarak nitelendirerek suçlayan ve böylece niteliksizleştirmeye çalışan bu psikolojinin bize önerdiği aile yapısı ise amorf yani şekilsiz ailedir. Erkeklerin kadınları ezdiği, kadının toplumda geri planda kaldığı ve bu nedenle toplumun ilerleyemediği şeklindeki tezler son 50 yılda karşılık buluyor ve buna bağlı olarak hızlı ancak dengesiz bir sosyal değişme yaşanıyor. Amorf aile yapısında kadın ve erkek rolleri ve anne ve babanın aile içi sorumlulukları birbirine karışmış vaziyette. Androjen bir yapıda açığa çıkan ebeveyn davranışları sonucunda kız çocuğu annesine, erkek çocuğu babasına bakarak cinsiyet rol kimliği geliştirme fırsatını elde edememekte. Kız çocuğu evde kadın gibi davranan bir anne, erkek çocuğu ise evde erkeğe uygun davranan bir baba görmedikçe ileriki yıllarda bir türlü kendi cinsiyet kimliğine uygun davranma sorunu yaşayabilir. İleri durumlarda ise meskulen kadınlar ve feminen erkekler artabilir ve buna bağlı olarak cinsel kimlik problemleri gözle görülür düzeye gelebilir. Bunun sinyalleri mevcut günlük yaşamımızda kısmen de olsa görülmektedir. Beyefendi gibi davranması gerekirken meteroseksüel davranan gençler ve hanımefendi gibi davranması gerekirken erkeksi protesto sergileyen kız ergenlerin sayısı giderek daha fazla artmaktadır. Bu olgu, dini, siyasi, felsefi ve sosyal tüm katmanlardan bağımsız olarak gözlenmektedir.
Cinsiyet rolleri ve şemaları ile ilgili yoğun çalışmalar yapan Sandra Bem; ebeveyn ve kültürün çocukların erken çocukluk yıllarından itibaren cinsiyet kimliği ve şema geliştirmelerinde oldukça önemli olduğunu vurgulamıştır. Bem’in teorisine göre çocuklar sosyal gelişimlerinin ilk yıllarından başlayarak kendi cinsiyet davranışlarını içinde yaşadıkları aile ve kültüre göre şekillendirmektedir. Cinsiyet kimlik ve şemalarının gelişimi, sosyal öğrenme ile model alma ve taklit etme yöntemiyle gerçekleşmektedir. Bununla birlikte Bem’in teorisinde kültür ve ailenin çocuğu sınırladığı ve cinsiyetine uygun davranmasının belli bir noktadan sonra özgürlük önünde engel olduğu vurgulanmaktadır. Halbuki kültür ve aileden bağımsız yetişen bir çocuğun cinsiyet şemalarının ve kimliğinin son derece uç noktalara savrulabileceği gerçeği, günümüzde Batı aile yapısında yaşanan bir çok problemin ana belirleyicisidir.
Yaygın olarak ortaya çıkan günümüz amorf ailesinin diğer bir özelliği anne babanın çocuğuyla arkadaşça bir ilişki kurmaya çalışmasıdır. Anne babalar çocuklarını sevgilerini göstermeli, onlarla ilgilenmeli, ihtiyaçlarını mümkün olduğu oranda gidermeye çalışmalıdır. Ancak bunu yaparken çocuklarına her istediklerini elde edemeyeceklerini de anlatmalıdır. Aksi takdirde çocuk merkezli aileler ortaya çıkabilmektedir. Böyle bir durumda ebeveyn çocuğunun karşısında yutkunmakta ve çocuğuyla problem çıkmaması için söylemesi, yapması gerekenleri yapamamakta ve çocuğuna koyması gereken sınırları net olarak ortaya koyamamaktadır. Buna bağlı olarak günümüz gençlerinin temel sorunu; haklarını bilmelerine rağmen hadlerini yanı sınırlarını bilememeleridir. Ergenlerde ve genç yetişkinlerde “isteminin farkında olan ancak karşıt istemi reddeden” bir davranış şablonu giderek yaygınlık kazanmaktadır. Benzer biçimde “anne babaya hürmetin” yerini giderek “anne babaya saygı” almaktadır. Hâlbuki anne babaya hürmet her koşulda farzdır. Saygı yasal hürmet duygusal bir bağlılıktır.
Çocuklarımız artık daha az doyum hisseden ve kanaatkar bir kişilik yapısından uzaklaşan bir konuma gelmektedir. En iyi kolejlerde okutmak, her eksiğini gidermek, konforlu bir yaşam tarzı sunmaya çalışmak onların kişilik ve karakterine tam olarak istenen katkıyı sunmamıştır.Bilakis “ihtiyaçları gidebilse bile doyurulmayan” bir algı zemini oluşmuş, hep daha fazlasını, lüksünü isteme eğilimi giderek artmıştır. Kendisine verilen hediyenin markasına bakarak mutlu olan ve ileri durumlarda markasını beğenmediği hediyeye burun kıvırabilecek noktaya gelen çocuklar ve ergenler artabilecektir.
Kadınların zamanla çalışma hayatına girmesine rağmen bu noktada yani çalışan annelere yönelik politikalar da bir takım düzenlemeler gerekmektedir. Hem çalışma hayatına hem de aile hayatına adapte olabilmek oldukça zor olmakla birlikte mutlu bir yuva için gereklidir. Gençlerimizi evliliğe özendirmemiz ve mutlu aile ve yuvanın kolaylaştırıcı faktörlerini onlara sunmamız önemlidir. Evlilik yaşı geciktikçe ebeveyn olabilmek zorlaşmaktadır. Hem babayı hem de anneyi eve yakınlaştırmak ve ebeveynlerin evden uzak kalmasına yol açacak engelleri ortadan kaldırmak kısa vadeli planlar arasında olmalıdır. Hayattaki tek anlamın “Ekonomik özgürlük”, “kariyer yapma” ve “ayaklarının üstüne basma” gibi değişkenler olmadığına yönelik farkındalığı her iki cins ebeveyne de kazandırmak ve aile ve yuvayı, çocuk sahibi olmayı önemseyen yaklaşımlar geliştirmek zaruridir. Evliliği geç yaşta da olsa tercih edenler bir dizi ailevi sorumluluğu bir külfet olarak görebilmektedir. Anne veya baba olmak bazı durumlarda ağır gelebilmekte ve bir türlü genç evliler “çocuk sahibi olmaya hazır” hissedememektedir. Bu ileri durumlarda 30’lu yaşların ortalarına kadar uzanabilmektedir. Belli bir noktadan sonra da imkansızlaşmaktadır, psikolojik anne babalık dönemi için geç kalınmış olmaktadır. Günümüzde evlilik yaşı ortalaması 29 olarak belirlenmiştir.
Çalışan anneler çocuklarını çok küçük yaşlarda kreşlere ve yuvalara bırakmak zorunda kalmaktadır. Hâlbuki bebek en az üç yaşına kadar mutlaka annesiyle ve de babasıyla mutlu bir şekilde evinde kalmalıdır. Ne en eğitimli bakıcı ne babaanne ne de anneanne bu görevi bebeğin anne ve babası gibi işlevsel olarak yerine getiremez. Ayrıca kreşlerin sayısı ile huzurevlerinin sayısı doğru orantılı artmaktadır. Her ikisi de toplumsal yapının psikolojik anlamda sorunlu kurumlarıdır. Artık Batıda insan bakımevleri sayısı giderek artmaktadır. Alt katında bebeklerin üst katlarında ise yaşlıların bakım gördüğü kurumlar göze çarpmaktadır. Bununla birlikte bize bilinçli olarak geç yaşta evliliği, az sayıda çocuk yapmayı, kreşi ve huzurevini öneren batı, kendi dünyasında bunların tam tersi yönde politikalar üretmektedir. Ancak onlar bu noktada bize göre çok geç kaldıklarını da bilmektedir. Özellikle İskandinav ülkelerinde erken yaşta yani genç yetişkinlik döneminde evlilik teşvik edilmekte, annelerin ilk yıllarda bebekleriyle birlikte olmaları sağlanmakta ve çocuklar için maddi destekler giderek artmaktadır. Buna rağmen artık bu ülkelerde evlilik gençler tarafından tercih edilmemektedir, bunun yerine alternatif birlikte yaşama biçimleri yoğun biçimde gözlenmektedir. Halbuki evlilik hem fiziksel hem de psikolojik sağlığı güçlendirmektedir. Birçok bireysel ihtiyacın giderilmesini sağlamaktadır. Ülkemizde bir kısım medya, sosyal medya, haber programları ve evlilik programları; sağlıklı evlilik ve aile yaşamını adeta yok etmeye çalışmakta, iyi örnekleri daha az gündeme getirir iken şiddet, vahşet ve ahlaksızlık içeren örnekleri sürekli gündemde tutmaktadır.
İnsanoğlu bir takım sorunlarını kendi başına veya aile desteğiyle çözebilmelidir. Günümüzde ülkemiz giderek daha kırılgan olan bir insan modeli ile karşı karşıya kalmaktadır. Buna neden olan yanlış ve hatalı psikoloji algısıdır. Anne babalar ebeveynlik görev ve sorumluluklarını psikologlara devretme yoluna gitmemelidir. Eğer çocuğu yalan söylüyorsa bunun nedenini psikoloğa değil kendine sormalıdır. Çocuğunu en az bir psikolog bir pedagog kadar tanımalıdır. Benzer biçimde karı koca (karı-koca terimini özellikle kullanmak istiyorum, zira karı ve koca kelimeleri kadın ve erkek için evlilik sürecine yönelik -“eş” kelimesinin aksine- sadece yasal bir bağlılık değil duygusal, dini ve sosyal bir bağlılık algısı da oluşturmakta ve bana kalırsa boşanmayı zorlaştırmaktadır. Eş kelimesi ise sanki evliliği bir ortaklık gibi göstermektedir, iyi gitmeyince kolayca bitirilebilecek bir ortaklık gibi….), aralarındaki küçük sorunları psikolog ofislerine taşımamalı bunun yerine birbirlerini anlama ve dinleme yoluna gitmelidir.
Psikolojik sorunlar günümüzde artık biraz da öğrenilmiş vaziyettedir. Doğum öncesi depresyon, lohusalık depresyonu, ilk çocuk depresyonu, vb. kavramlar günlük yaşamda çok sık kullanılmaktadır. İnsanoğlu böyle bir varlık değildir, gençler birbirine “depresyondayım, panik atağım var” gibi ifadeleri çok rahat kullanmaktadır. Unutulmamalıdır ki ne konuşulur ise o üretilir, sözcükler düşünceleri, düşünceler duyguları, duygular davranışları, davranışlar alışkanlıkları, alışkanlıklar tutumları, tutumlar da yaşam tarzını oluşturur. Yaşam tarzı da bir kez oluştu mu artık insan ona göre sözcük üretir. Günümüzde acizlik içeren bir sözcük dağarcığını toplum olarak benimsemiş vaziyetteyiz. Bu bir kısır döngüdür.
Bazı istatistiklerle Aile ve evlilik
Yapılan araştırmalarda aile yapımızın giderek dejenere ve deforme olduğunu gösteren üzücü bulgular elde edilmektedir. Bu çalışmalardan elde edilen sonuçlar bir bütün olarak incelendiğinde özellikle en fazla dikkat çeken sonuç; gençlerin oranının giderek azalması yaşlılığın ve yalnızlığın giderek artmasıdır. Kasım 2019’da açıklanan ve Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığının finansal olarak desteklediği ve Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü tarafından ‘2018 Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması’ sonuçlarına göre ülkemiz hâlâ genç bir nüfusa sahip olmakla birlikte yaşlıların toplam nüfus içindeki oranı ilk kez bu yıl %10’a ulaşmış vaziyettedir. Yine son 20 yılda Türkiye’deki ortalama hane halkı büyüklüğü ortalama 4.5 kişiden 3.5 kişiye düşmüştür. Anne olma yaşının giderek ilerlediği yani artık geç anne olunan ülkemizde sezaryen yöntemiyle doğum, 5 sene öncesine göre %4 düzeyinde artmış durumdadır. Artık doğumların yarıdan fazlası da sezaryen ile gerçekleşmektedir. Aile yapımız giderek küçülürken doğurganlık oranı ilk kez durağan konuma gelmiştir. Bunlar önemli işaretlerdir.
Ayrıca İstanbul Aydın Üniversitesi’nde (2016) yapılan “Türkiye’de Boşanma Araştırması” başlıklı çalıştayda da boşanma ile ilgili derinlemesine analizler yapıldığında şu sonuçlara ulaşılmıştır. En önemli sonuç son zamanlarda boşanma oranlarının giderek katlandığı yönündedir. 50’li yıllarda 4 bin, 70’li yıllarda 13 bin olan boşanma sayısı 90’lı yıllarda iki katına günümüzde ise yaklaşık 4 katına çıkmıştır. Boşanma nedenleri arasında ekonomik krizler, aile içi şiddet, değer ve ahlak yozlaşması, sadakatsizlik ve aldatmanın artması ön plana çıkmaktadır. Boşanan eşlerin %55’ini kadınlar, %45’ini erkekler oluşturmaktadır. Çalışan kadınlar daha fazla boşanmaktadır. Boşananların %90’ı çalışan kadınlar olmaktadır. Boşanma kararını daha çok kadınlar vermekte, erkekler daha az boşanmak istemektedir. Ayrıca şiddetin kadının boşanmak istemesinden sonra daha fazla ortaya çıktığı gözlemlenmektedir. Maalesef bu noktada erkeklerin hem şiddet sergilemesi hem de kadınlardan bu şiddete katlanmalarını beklemesi gibi son derece üzücü bir durumla karşılaşılmaktadır.
Tabi boşanmadan en çok çocuklar etkilenmektedir. Çocuklar sadece aşırı şiddetin olduğu aile ortamında boşanmayı meşru görmekte onun dışında boşanmadan nefret ettikleri bilinmektedir. Özellikle küçük yaşlarda olan çocuklar, anne babasının boşanmasını anlamlandıramadıkları için boşanma sebebi olarak kendi varlıklarını görmekte ve bu nedenle yoğun suçluluk duygusu hissetmektedir.
Sonuç olarak kültürel arketiplerimize geri dönüşten ve Batı politikalarını ve özentisini bir kenara koymaktan başka çaremiz yoktur. Sorunun kaynağı olarak öncelikle her bir fert kendini görmelidir, aile ve gençlik politikaları ne kadar iyi olursa olsun ailenin sorumluları olan ebeveynler kendi aileleri için gerekli önlemleri almazsa politikalarla veya sözleşmelerin değişmesiyle çok az şeyin değişebileceği ortadadır. Hiçbir politika veya yasa anne babanın evinde kuralları ve sorumlulukları kadar aileye yararlı olamaz. Politikalarla devlet yönetilir, ebeveynler de ailelerin yöneticileridir her evin kendi öznel yaşama alanına, kültürel kodlarına ve geleneklerine, dini esaslarına uygun kuralları ve aşılmaması gereken sınırları olmalıdır. Çözüm bundadır. Selametle