İRŞAD

Din İstişare Kurulu yeni kararlarını açıkladı

İslam Toplumu Millî Görüş Din İstişare Kurulu 29 Mart 2019 tarihindeki oturumunda daha önce müzakere ettiği çeşitli konulara dair kararlarını açıkladı.

İslam Toplumu Millî Görüş Din İstişare Kurulu (DİK) bu yıl yaptığı ikinci toplantısında da daha önce müzakere ettiği konulara ilişkin kararlarını açıkladı. Toplantının bir bölümüne Genel Başkan Kemal Ergün de katıldı ve kurulun çalışmalarının hayırlara vesile olmasını diledi. “Bir şeye evet veya hayır demek çok kolaydır. Ama zor olanı ve en önemlisi ise çözüm üretmek, Müslümanlara yol göstermektir.” diyen Ergün IGMG Din İstişare Kurulu’nun çalışmalarının yol gösterici olduğunu söyledi.

IGMG İrşad Başkan Yardımcısı ve Fetva Hizmetleri Sorumlusu M. Hulusi Ünye geçen oturumda müzakere edilen ancak yeni bazı soruların da olduğu engelliler ile ilgili hükümler konusunda bu sorulara cevaplar takdim etti.

Hulusi Ünye’nin cevapladığı konular arasında; her hangi bir hastalık ya da engellilik durumunda evlatların ana-babalarına, ana-babaların evlatlarına ve eşlerin de birbirlerine bakma zarureti ve bu bakım esnasında mahrem alanların, bakımı, temizlenmesi ve tedavisi gibi hususlar yer aldı. 

Ünye “Hastalık durumunda aile fertleri birbirine bakmak durumunda mıdır?” sorusuna özetle şöyle cevap verdi:

“Ana ve babaya itaat, onlara hürmet ve hizmet etmek şarttır. Hizmet ve hürmetin sınırı, evladın dinine zarar vermeyecek şekilde olmasıdır. Yani evlat, ana ve babasına hizmet ederken kendi dinî yaşantısına halel getirecek bir duruma düşmeyecektir. Anne ve babalarından bütün çocukları sorumludurlar. Fakat öncelikle bakma durumunda olan evlat, maddi durumu müsait olan erkek çocuklardır. Eğer onlar bakmayacak olurlarsa ana ve babaya bakma zorunluluğu kız evlatlara yönelir. Yani onlar bakmakla mükellef olurlar. Bütün bu anlatılanlardan sonra lüzumunda evlatlar ana ve babalarının zati ihtiyaçlarını karşılayabilirler. Bunu yapmak aynı zamanda evlatların görevidir. Ebeveynlerin zorunlu hâllerinde etek tıraşlarını, koltuk altı temizliklerini, sakal, bıyık ve saç bakımlarını evlatlar yapmalıdırlar.

Ana ve babaların çocuklarına bakmalarının lazım olduğu zamanlar vardır. Bu çağ çocukların akıl baliğ olduğu veya reşid olma çağından önceki dönemdir. Bu dönemde ebeveynler çocuklarının bütün gereksinimlerini; yeme, içme, giyim, kuşam, tahsil, terbiye ve meslek sahibi olmaları gibi bütün ihtiyaçlarını karşılayacaklardır. Ulema, ayrıca çocukların evlenmelerinde ve kendilerine ait bir barınaklarının olmasında ana ve babaların onlara sahip çıkmaları ve rehberlik etmelerinin de önemine dikkat çekmişlerdir. Çocukların engelli durumda olmaları hâlinde ise, durum farklıdır. Böyle olan çocukların bakımları ayrıca aile fertlerine de aittir. Yemeleri, içmeleri ve bütün zati ihtiyaçları aile tarafından yerine getirilir. 

Ayet ve hadislerde aile hayatının önemine vurgu yapılmaktadır. Karı-kocadan her biri diğerinin tamamlayıcı birer unsurudur. Ailede biri dahi olmasa noksanlıklar baş gösterir; aile hayatı düzensiz bir hâl alır. Dolayısıyla aile düzeninin korunması gerekir. Bu durum ister iyi hâllerde olsun isterse anormal hâllerde olsun, değişmez. 

Sağlığı bozulan eşlerden birisinin en büyük destekçisi yine eşlerin kendileridir. Özellikle aralarında bütün mahremiyetlerin sona erdiği iki insan sadece karı ve kocadır. En galiz avret mahallerinin görülmesi -ister şehvetle isterse şehvetsiz olsun- eşlerin kendi aralarında helaldir.

Karı ve kocadan birisi engelli hâle gelirse birinin diğerine bakması gerekir. İnsana verilmiş olan bir hastalık veya engellilik, birer imtihan vesilesi olarak verilmiştir. Kişi sabreder ve duruma razı olursa, bunun karşılığını Cenâb-ı Hak’tan elbette alacaktır. Bu durum hasta ve engelli yakınları için de geçerlidir. Ancak bazı hastalıklar ve engelli hâller, ya hastalığın bulaşıcı bir hastalık olması ya da engelliye aile içinde bakmanın mümkün olamaması hâlinde aile fertleri devlet yardımı alarak, uzak durabilirler.”

Cuma’nın öğle vaktinden önce kılınması ve namazların cem edilmesi

IGMG Din İstişare Kurulu, özellikle Avrupa ülkelerinde sıkça sorulardan ve sıkça karşılaşılan meselelerden birsisi olan namazların cem edilmesi ve öğle vaktinden önce cuma namazının kılınması meselesinde de çeşitli kararlar aldı. Buna göre, kişilerin özel durumları dikkate alınmadan cuma namazının vakti öğle namazının vaktidir. Arafat ve Müzdelife haricinde namazlar cem edilemez. Ancak sorulan soru ve karşılaşılan problemler bu duruma işaret etmediği, kişilerin farklı konumlarını gündeme getirdiği için, sadece o özel durumlara has olmak üzere cuma namazını öğle vaktinden önce kılmak ve vakit namazlarından akşam ile yatsı namazını, öğle ile ikindi namazını, namazın terkedilmesi tehlikesi olan zamanlarda cem etmek caizdir. Yaz aylarında günlerin çok uzun olması, kış aylarında günlerin kısa olması, okul, üniversite ve işyerleri gibi sosyal ortamlarda namazların kılınamama tehlikesine karşı cem edilmesi caizdir. Aynı şekilde, bir ameliyatta bulunan bir doktor, ameliyatın uzun sürmesi durumunda namazlarını cem edebilir.

Mirasa taalluk eden meseleler

Din İstişare Kurulu mirasa taalluk eden meseleler üzerine de kararlarını açıkladı. Bu konuda bir gayrimüslim ile Müslüman’ın mirasçı olma durumu ve kadın erkek mirasının eşit dağılımı mevzusu öne çıktı. DİK bu konuda özetle şu kararları aldı:

İslamî hükümlerin uygulandığı bir ortamda Müslümanlar ile gayrimüslimler arasında mirasçılık cereyan etmez. Avrupa ve Amerika gibi Müslümanların azınlıkta bulunduğu ülkelerde bu ülke kanunları çerçevesinde gayrimüslimler öldüğünde Müslümanlara kanuni olarak miras hakkı tanınmaktadır. Söz konusu ortamda Müslümanların bunu almasında dinen bir sakınca yoktur. Bunun iki temel gerekçesini şu şekilde ifade etmek mümkündür: 

a) Söz konusu malî hak miras hükümleri çerçevesinde değil kanunun tanıdığı hak ve yetki çerçevesinde elde edilmiş bir hak olarak kabul edilebilir. Nitekim Müslümanlar, İslam ülkesi (daru’l-İslam) dışındaki bir yerde gayrimüslimlerin kendi istekleriyle bağışladıkları malları alıp kullanabilirler, bunda dinen bir sakınca yoktur. Dahası bunu alması gereklidir.

b) Böyle bir malın alınmaması Müslüman’ın gayrimüslimler karşısında dezavantajlı bir duruma düşmesine yol açacaktır. Zira söz konusu ülkelerde bir Müslüman öldüğünde onun gayrimüslim yakınları kanunen mirasçı kılınmaktadır. Bir gayrimüslim, Müslüman’a kanun çerçevesinde zorla mirasçı olabildiği hâlde gayrimüslimin ölmesi hâlinde Müslüman’ın ondan kalan terekede hak sahibi olmamasına hükmetmek Müslüman’ı gayrimüslim karşısında daha düşük konuma yerleştirmek anlamını taşır. Oysa Müslüman olmak hak kaybettirici bir durumda olmayı gerektirmez.

c) Söz konusu ülkelerde, Müslüman olan şahısların gayrimüslim yakınlarının terekelerinden herhangi bir şey alamayacaklarına hükmedilmesi hâlinde bu durum, Müslüman olmayı düşünen ancak böyle bir durumda miras alamayacağını öğrenen kimselerin İslam’dan uzaklaşmasına yol açabilecektir. 

İslam miras hukukunda erkekler ve kadınların miras payları hakkındaki genel yaygın yanlış bir kanaat vardır. Zira mirasçıları kadın ve erkek olmaklığı bakımından üç ayrı durum söz konusudur: 

1) Bazı durumlarda kadınlar, erkeklerden daha fazla mirastan pay alır. 

2) Bazı durumlarda kadınlar, mirastan erkeklerle eşit pay alır. 

3) Bazı durumlarda erkekler mirastan kadınlardan daha fazla mirastan pay alır. Bu üçüncü madde aynı zamanda İslam hukukundaki haklar ve yükümlülükler (ödevler) ile de alakalıdır.

Ancak, şöyle bir soru daha vardır ki bu soru: Mirasçılar aralarında anlaşıp hepsi eşit pay alsa durum ne olur? şeklindedir. Böyle durum söz konusu olduğunda burada şu konulara dikkat etmek gerekmektedir:

a) Mirasçıların tümünün yapılan taksim üzerinde ittifak etmesi gerekir. Herhangi bir mirasçı, rıza yoluyla yapılan taksimdeki payına razı olmazsa ona âyet ve hadislerde [nasslarda] belirtilen miktar ödenir. Kalan mirasçılar kendi aralarında razı olduğu şekilde taksim yapabilirler.

b) Mirasçıların tümünün akıl bâliğ ve reşid olması gerekir. Eğer mirasçılar içinde küçük, akıl hastası veya sefih (mali tasarrufları kısıtlama altında olan kişi) var ise rızaî taksim yapılırken bu şahsın payı, nasslarda belirtilenden daha az olamaz.

c) Rızanın tamamen hür iradeye dayalı olması gerekir. Rıza herhangi bir baskı, tehdit yahut başkasından utanarak kabullenme gibi unsurlara dayanmamalı, bütün mirasçılar kendi hür iradeleriyle yapılacak taksimi kabul etmelidir.